29 Aralık 2011 Perşembe

Haydi Sevelim Yeni Yıla Sonra Girelim

İlk dönem gösterimlerini geçen hafta yaptığımız Çılgın Pierrot gösterimi ile bitirdik. İlk dönemde 6 film koyduk. Çok acayip bir şey olmadı. Seyirci ortalaması 20-25 gibi bir şey oldu. Şubat sonlarında geri döneceğiz görünüyor.


Tarihe Not: 2011 kötü bir yıldı. Buradan bütün dünya kişilerine sesleniyoruz : Gelin birlik olalım 2011’i bir daha yaşayalım. Ne gerek var 2012’ye? Sonra direk 2013’e geçeriz. Ardından da “ya şu 2012’yi de merak etmiştik ama” diyerek 2013’ün akabinde 2012’ye gireriz. O bitince de benim sevdiğim bir yıl olan 1960’a hızlı bir dönüş yaparız. Birkaç arkadaş var onlara bakıp çıkarız. Büyük başyapıtları ilk kez perdede görme heyecanını yaşarız. Sonra da ver elini İ.Ö. 1279. Bir iki Mısır,Hitit dolaşırız II. Ramses’le mimari faaliyetlere girişiriz. O yıl bitince de hoop diye 2016’ya döneriz. Abdullah Gül’ün başbakan Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olduğu ülkede meclise girer ve bir iki gülüşme ve şakanın ardından Kuzey Kore baharına tanık olmak için Uzakdoğu’ya gideriz. Zaten bu sırada yıl 2017 olur. Japonya’da soykırımı reddetmenin suç sayıldığı bir yasa onaylanır ve Sultanahmet’e dönüp 3-5 Japon ve sırf tipleri benziyor diye Japon zannettiğimiz birkaç Tayvan’lı ve Tayland’lı döveriz.

Ne olduğunu anlamadan yıl 2023 olur.

Kemalisti,İslamcısı,allahcanınıalmaya tipte solcusu ile bir memleket 100. yıl şenliğine girişir. Onlara tanık olurken bir bacağımızı koparıp, gelip geçen halkı taciz ederiz. O da ne derken yıl 2071 olur. Anadolunun kapılarının Türklere açılışının bininci yıldönümünde ,Malazgirt’te, robotlarla temsili bir “anadoluya geliş” hikâyesi canlandırılır. Daha sonra robotlar istiklal marşını hep bir ağızdan söylerken muhalefetteki Chp’li milletvekilleri gözyaşlarını tutamaz. Bu böyle gider ve yıl 3000 olur insanlar,androidler,robotlar ve sasaniler inanılmaz bir çiftleşme hamlesiyle insan türünü 5 kol 3 bacak 7 burun 15 kalçalı bir hale getirirler. Herkes mutludur. İsa dönmemiştir. Ve Fedon bronzlaşmaktan dolayı ölmeyen ilk canlı türü olmuştur.







www.haydiikibinonbiribirdahayaşayalım.com

Pierrot Beni Okula Gönder



Uyku ile okul arasında karşılıklı bir ilişki var. Ya uykudan feragat edip okula gidiyorsunuz ya da okuldan feragat edip uykuya gidiyorsunuz. Bu böyle sürüp gidiyor. Bizim gibi işi gücü olmayan insanlar bir de uykuya dalıp okullarını aksatınca “aa bugün gösterim var” cümlesini kurup başka bir şeye odaklanabiliyorlar. Yani en azından “uyudum-uyandım yine bir şey yapmadım” demeyip “okula gitmedin bari gösterime git” diyebiliyoruz. “Acaba yağmur yağacak mı? Bence yağmaz” tipinden meteorolojik tahminlerde bulunarak da günlük yaşamı sorgulama fırsatını ele geçiriyoruz.


21 Aralık Çarşamba da işte “ Nereye böyle bu işler” ağırlığındaki sorularla sarmalanmış bir gündü. İlk dönemin son gösterimi olan “Çılgın Pierrot”nun başlamasına 1 saat kala kalktım ve giyindim. Köşk’e gitmeye evden başladım.

…………………………………………………………………………………………………..


Godard hâlâ çok acayip. ”Bu nasıl ya” türünden cevapsız soruların eşlik ettiği anlar yaşatıyor insana. Çok kapsamlı,talepkâr filmlerden oluşan bir filmografisi var. Burada Godard üzerine yazdık birkaç şey. Onları tekrar etmenin lüzumu yok. Ama dünyada bizi şaşırtan bir şey kalmadı diye düşünen herkes birkaç Godard filmi izlemelidir bence.






Gösterime gelince. Fazla konuştum. Bir Godard filminin önünde sonunda ucu açık bir yere vardığı bilinen bir şey. O yüzden ne dersek diyelim “olayı” açıklamaya yetmiyor.

Ama yine de,


Bilindiği gibi Godard’ın ilk dönem “kederli filmleri” genel olarak “ölüm” teması etrafında şekillenirler. Godard’a göre ölümle şartlanmış bir hayatta olduğumuza göre yaşamak gereklidir. Çılgın Pierrot da sinemada bir girişimdir. Sinema hayatın bir temsili olarak hayatı teslim alır. Hayatı yaşamak için sinemada olduğu gibi bir “girişimde” bulunmak gereklidir. Bu girişim “Hayatını Yaşama”nın bir yoludur. Godard’ın ilk dönem filmlerinin hemen hepsinde izleyicilere bir “ölüm duygusu” verilir. Ve yine bilindiği gibi bu duygu boşa çıkmaz. ve filmin sonunda ana karakterlerden biri ya da birkaçı ölür. Ama Godard’ın ölüme bile bakışı bir tür “değişik”tir. Ölüm bile ciddiye alınmaz. Karakterler ölümü bile günlük olağan bir şey olarak karşılar ve ehemmiyet vermezler. Mesela Çılgın Pierrot’nun sonunda Ferdinand’ın “tüh be,şanlı bir ölüm olamadı bu” demesi gibi. (Bu ölümü bile ciddiye almama meselesinin tek istisnası Vivre Sa Vie filmidir)



Godard “Önemli olan var olanın farkına varmaktır. Gün boyu bu gerçek unutulur siz evlere ya da kırmızı ışığa bakarken yeniden belirir ve o anda var oluşun duygusuna sahip olursunuz” derken günlük hayatın dışında şekillenen bir yaşam duygusundan söz eder.Günlük hayatta,sözcüklerin,ağaçların ya da sevgililerin yerine bir başkasını koyabilirsiniz, onun temsil şeklini değiştirebilirsiniz ama yaşamı kaldırıp yerine bir başka şey koyamazsınız. Çılgın Pierrot işte bu duygunun filmidir. Ferdinand/Pierrot filmin bir yerinde “artık insanların yaşamlarını,yapıp ettiklerini değil yaşamın kendisini yazacağım” derken bu yaşamın günlük olağan yapıp ettiklerimizin tezahürü olan hayattan başka bir şey olduğunu bilmektedir.






Film boyunca kâh otoyollarda kâh dağda bayırda dolaşan Ferdinand ve Marianne herhangi bir yaşam belirtisi bulamazlar. Ancak filmin sonlarına doğru,uğradığı ihaneti de pek ciddiye almayan Pierrot iskele üzerinde sürekli bir melodi duyduğunu söyleyen bir deliye yaklaştığında “yaşam”a ilişkin birkaç ipucu alır. Sürekli bir melodi duyduğunu söyleyen adama “sen delisin” dedikten sonra bir tekneyle karşı kıyıya geçer ve Marianne ile sevgilisinin hayatlarına son verir. Daha sonra da kafasını dinamitleyerek kendi hayatını nihayete erdirir . Ama o melodi,delinin duyduğu o melodi sürmektedir ve sonsuzdur. Tıpkı Ferdinand’ın ölümle sonlansa da bitmeyen yaşamı gibi. Melodi yaşamda sürmektedir (Ferdinand bunu hayatının son anlarında da olsa “fark-etmiştir) 1965 yapımı bir film 46 yıl sonra bile “düşünebiliyorsa” gerçek ya da imaj fark etmez yaşama karışmıştır. O “melodiyi” duymaya çalışan Ferdinand hayattan yaşama doğru bir çıkış yolu bulmuştur (En azından perdede). Ve hayattan ayrılırken duyduğu rahatlığın ve ciddiyetsizliğin nedeni de budur. “Tüh be şanlı bir ölüm olmadı”




Bunlar tabii ki benim abartılarım ve anlamayı istediğim şekillerim. Seyirciler ise pek çok açıdan yaklaştılar filme. Postmodernizm’den akıl-duygu çatışmasına geniş bir yelpazede tartışıldı film.. Öte yandan filmde “ironiye kaçan bir karamsarlık” olduğu söylendi. Yani filme göre her türlü kalıp,film yapma kalıpları bile bitmiştir ve yönetmen de bu farkındalıkla “ironik” bir “eğlence girişimi”nde bulunmuştur vs.


Bu her taraftan girilebilen yapısıyla Çılgın Pierrot filmi ilk dönemin de kapanış filmi oldu. Hoş oldu.


21 Aralık 2011 Çarşamba

Sovyet Sinemasının Neresinden Başlar Sokurov?

A.K. - Cafer geçen gün bir Rus mecmuasında şöyle bir şey okudum : “Sovyet bize ne bıraktı?” Sonra da uzun uzun cevaplamıştı bu soruyu kendi kendisine soran yazar. Yazısının sonlarına doğru da “Şolohov,Turgenyev,Zoşçenko gibi yazarları çağırıyordu günümüz Rus sanat ve edebiyatına. Sinemaya gelince de “Hemen hemen kırıntı diyeceğimiz,Vertov’un,Tarkovski’nin bir iki kırıntısı diyebileceğimiz şeyler ve hüzünlü kale Sokurov kaldı”diyordu. Bir kere ilk sorum şu : Sen hiç Sokurov filmi izledin mi?


C.S. - Evet,izledim.


A.K -Hangileri mesela?


C.S. -Yani şimdi “şu şu” diye isim saymak saçma olur ama uzun aralıklarla da olsa birkaç filmini izledim Sokurov’un. En son da şu üçlemesini izledim. Hani Lenin’in Hitler’in ve adını hatırlamadığım Japon imparatorunun son günlerini anlattığı üçlemesi. Telets Lenin’i,Solnste o Japon imparatorunu, Moloch da Hitler’i anlatıyordu işte.


A.K. -Anlıyorum. Ama bu kullandığın ses tonu ikimize de yardımcı olmaz. Bunu söylemeliyim.


C.S. - İyi de konuşmuyoruz ki,yazışıyoruz net üzerinden. Ses tonumu nerden biliyorsun?


A.K. – Neyse,tamam. Anlat bakalım o üçlemeyi.


C.S. - Bir kere en başta Telets yani Lenin’in son günlerini anlattığı filmi bana kalırsa Sovyet sonrası Rus sinemasının en önemli filmi…





A.K. -Sen Sovyet sinemasını nerden biliyorsun? Ne izledin?

C.S. - Neden diye soracaksın.


A.K.
- Neden diye sormadın başka bir şey sordum.


C.S.-Çünkü bu film 110 dakikalık bir Sovyet tarihi olma başarısını gösteriyor. Ne belgesele kaçan bir tarih incelemesi ne de olup biten şeylerin bir kurmaca şeklinde gösterildiği bir tarihi-film bu.lenin’in yaşamının son günleri. İşte yıkanmasından tut,yemeğine kadar günlük yapılan ne aktivite varsa onları yaparken izliyoruz Lenin’i. Sadece Lenin’in sarayının içinde geçiyor film. Dışarıda geçen tek sahne ise bir av sahnesi. Lenin evdeyken bu bahsettiğim tarihin de gelişimini izliyoruz. Çünkü tarih senin de bildiğin gibi olup biten değil ancak olan şey bittiğinde incelenebilecek bir şeydir. Godard da Sinema Tarihi yapmaya başlamıştı hatırlarsan. Ona da sormuşlardı Sinema bittimi ki tarihini yapıyorsun diye. O da bir şekilde “evet bitti” cevabını vermişti. Neyse biz bugünden bakınca Lenin sonrası Sovyetlerin ne olduğunu da bildiğimiz için olaylar biraz daha anlamlı geliyor bize. Mesela Stalin’in Lenin’i ziyarete gelmesi. Troçki hakkında konuşmaları vs. Sonraki süreç halihazırda bilindiği için izleyicide tuhaf bir etki bırakıyor. Ama şöyle bir uyarı da yapayım,bu böyle dümdüz ilerleyen,şekilli bir film değil. Sapasağlam bir atmosfer filmi. Görüntü ve sanat yönetimi alabildiğine karanlık,gri ve talepkar. Bazen bir tablo izliyormuş gibi olsanız da Sokurov romantize etmiyor hiçbir şeyi. Bir tür hatırlatma,rüya atmosferinde bir hatırlatma bu film.






A.K. - Ne hatırlatması?,


C.S.- Biraz da şeyden bahsedeyim Sovyet tarihi derken neyi kastettiğimden.


A.K. - Ne hatırlatması diye sordum Cafer?


C.S.- Sovyetler birliği senin de tahmin edebileceğin gibi dünya tarihi açısından bir anomali örneğidir. Bu anomali 82 yıllık bir “deneyim-yaşam” örneğidir.


A.K. - 82? Allah allah.



C.S.- O güne kadar hiç denenmemiş bir şeyi bu Ruslar alıyorlar ve bir deneyelim diyorlar. Sen bu Rusları bilmezsin,batılı tipler gibi değildir bunlar. Yani bir felsefeyi alıp yok onu yapıbozuma uğratalım,yeniden yorumlayalım,teorize edelim falan diye düşünmezler. Daha çok şöyle bir şey yaparlar mesela ,”Hımm Sosyalizm mi? Hadi bunu hayata uygulayalım” evet aynen böyle. Ve yaptılar da. Ama iyi ama kötü yaptılar. Ne kadar sürdü? Kimileri der ki Lenin daha devrimi yaptığı anda sosyalizmi de bitirmişti. Kimileri der ki Lenin ölünce Stalin her şeyi ve her şeyle birlikte Sosyalizmi de mahvetti. Kimileri de iyi-kötü 1990’a kadar sosyalizmin yaşandığını iddia eder. Bunlar tartışılır tabi ama önemli bir durum var o da şu ki “olan” bir şey var bu işte. Olmuş ve yapmış adamlar.



A.K.- Ne yapmış?


C.S. - Sen şimdi tarih derken ne tür bir “tarih”ten bahsettiğimi de merak etmişsindir.


A.K. - Ne diyeyim Cafer. Git atlara su ver.



C.S - Tarih,hakkında fikir sahibi olduğumuz tarih varlığın tarihidir. Varlık varlığa geldiği andan itibaren tartışma başlar. Varlığa gelmek hep görme,görülme yoluyla tasvir edilmiştir. Yani varlık görsel bir altyapı sayesinde vücut bulmuştur. Oysa çoğusu bilmez. Aslında varlığa gelme dediğimiz şey işitseldir.


A.K.- Ne okudun sen bu sıra. Ne bu Schopenhauer mu, Nabi Yağcı mı?


C.S.-Tarih bir oluştur. Ve tüm Oluş’u ancak oluş tamamlandıktan sonra bilebiliriz. Sokurov da sanki 200 yıl önce ölen Alman gibi kendi çağını tüm oluşların tamamlandığı çağ olarak olumluyor. Alman Prusya’nın sonunu tarihin sonuna bağlarken Sokurov da Sovyetlerin sona ermesiyle tarihin tamamlandığını (sanki) söylüyor. Yani Sovyetlerin sona ermesi tarihin tamamlandığının son emaresidir.


A.K.-Kuzey Güney iyi lan aslında


C.S.-Sinema da varlığın kendini gösterme tarzlarından biridir yani fenomendir. Sokurov da bu gösterme tarzını bir “sona erme”ye imliyor. Bir sona erişin varlığa gelmesi. Ama dedim ya işitsel bişey bu. Her ne kadar sırtını görsele dayasa da özünde işitsel bir girişimde bulunuyor. Sezgi yoluyla kazanılan,işitilmez olanı temsil eden,ve işitilmez “için” konuşan bir sinema Sokurov’un yaptığı. Grenli, sanki bir rüyadaymış gibi yarattığı bu atmosfer de “için” konuştuğu,gösterdiği şeyin, temsil edilemez bir fenomen olması, sadece gösterilebilir ama sezilmesi için işitilmesi gereken bir “şey” olması nedeniyledir.Ama bu tarihin bir hareket yasası olması gerekmez mi? Diye soracaksın.


A.K.- Telefondayım. Hegel arıyor. O da seni dikkatle dinliyormuş.


C.S
.- Tarihin hareket yasası yoktur. Diyalektik varlığın varolma tarzının kendisidir Aras.


A.K.- Sakinleş Cafer.


C.S.-Bir de son olarak,Sovyet sanatı baskının altında gelişmiş,ilerlemiş bir sanattır. Özellikle edebiyat üzerinde inanılmaz bir baskı vardı. Bu baskı edebiyat kuramcılarına ,dilbilimcilere kadar uzanmıştı. Birçok isim sürgünde,zindanlarda hayatını kaybetmiş ve sistemli olarak uzaklaştırılmışlardı. Mesela Bahtin’i bilirsin. Adamı Kazakistan’a sürüyorlar. Bir yerden sonra kağıt bulamayıp sigara kağıtlarının üzerine yazmaya başlıyor kitaplarını. Ve en önemli eserlerini de bu dönemde veriyor. 1934-1938 döneminde en önemli eserleri sayılan “Romanda Söylem”,”Epik ve Roman”,”Romanda Zaman ve Kronotop Biçimleri” kitaplarını yazıyor. Ama dedim ya,adam sürgün. Bu aralıkta hastalanıyor da, tek bacağını kesiyorlar,kemik iltihabı (ki çok acayip acı veren,bezdirici bir hastalıkmış) ile vs uğraşıyor. Şimdi böyle Radikal Kitap Biyografisi gibi olmasın,ama böyle yaşamış işte adam. Ve üretmiş. Sen üretim bürosu falan diyordun ya hani?






A.K.- Vay be. Sonunda bana seslendin değil mi Cafer? Yeminle üstümü başımı yoluyordum sinirden. Evet,üretim bürosu falan diyordum. Ne oldu?


C.S.- İşte üretim bürosu olabilmek senin sandığın gibi sadece içkin bişey değildir. Bazen fiziki bir güç de gerektiriyor. Bunu yaşamdan ya da başka bir yerden almalısın. Ama kader buysa (evet bence “üretmek” kaderdir. Bu “kader”i de Demirkubuz’un kullandığı anlamda kullanıyorum. Marx’ın bir “yabancılaşmayı” imleyen “üretim” kavramı ise değerli olmakla birlikte başka bir yazının konusudur) her şeye hazırlıklı olmalısın. Çevreye de,sonuçsuz kalacak bir sürü çabaya da (Bahtin’in başlayıp,çeşitli sebeplerden bitiremediği kitaplarının sayısı senin yaşını geçer), alışılmalı böyle bir süreçte. Sakın ha bunu bir yazar bunalımı,”içine dönen” yaratıcı özne ya da mapusta hayatı çürüyen şair-edebiyatçı tribiyle karıştırma. Hiçbir şey yazmadan da,ortalıkta görünmeden de,öldükten sonra da devam eder bu üretim süreci. Bir düşünce kendi varlığıyla yaşamını sürdürür. Nasıl ki bir sürü ölmüş sinemacının,edebiyatçının yapıtları hâlâ düşünmeye devam ediyorsa hiçbir sonuca ulaşmasa da “çaba” bir varlık olarak düşüncede sürecektir.


A.K..- Peki bunu Sokurov’a, Boğa (Telets)’ya nasıl bağlayacaksın bakalım? Çağırdım çoluk çocuk,börtü böcek,ırmak,ağaç hep birlikte kanepede elma soyarak bekliyoruz. Hadi bağla?



C.S.- Ha. Şimdi. O şöyle. Bu Bahtin’in bahsettiğim dönemi Sovyet politik tarihinde Stalin dönemine denk geliyor. Filmde Lenin’in ziyaretine gelen Stalin’den bahsetmiştim hatırlarsan. Stalin’in tepeden inme “devrimi”nin bir parçası olan ve “kültürel devrim” diye bilinen süreç işte hem bu Bahtin’in sıkıntılarının doruğa ulaştığı hem de Sovyet “entelektüel” camiasının pasifize edildiği bir dönemdir. Filmin bu ziyaret bölümünde seyirci yavaş yavaş kendini Lenin’e daha yakın hissetmeye başlıyor. Filmin görüntü ve sanat yönetimi ise daha da karanlıklaşıyor. Lenin’in yüzüne yapılan yakın çekimlerin sayısı da bu sahneden itibaren artıyor. İnanılmaz bir hüzün var Lenin’in suratında. Şimdi klişe olacak ama sanki bütün bu olacakların farkında olan birinin hüznü bu. Sanki hayatını adadığı şeyin bir başarıya ulaşamadığını gören bir adamın hüznü. Ve Sokurov da bu “yanlış” tarihten Lenin’i ayıklıyor gibi. Sonradan neredeyse kurucularına yönelik bir ihanete dönüşen Sovyet rejiminin o hayati kırılma anında Lenin ölümüyle gelecek “olanlar”dan yırtarken Stalin olağanca sekülerliği ve canlılığıyla bir ihanetin sembolüne dönüşüyor.






A.K.- Bu kadar mı?

C.S.- Şimdilik evet. Genç Bakış başladı. Ona bir bakmam lazım. Biliyorsun.

A.K.- Biliyorum Cafer. O halde Mutlu Geceler sana.

C.S.-Bay bay.


16 Aralık 2011 Cuma

Acaba Petzold da Barbunya Yiyor mu?

14 aralık Çarşamba. Jerichow. Her şey olmadı.

Petzold’u ya ben çok abartıyorum ya da olan şeyler bana bunu gösteriyor.


Film izlerken insanların nasıl şeyler beklediğini bilmemiz olanaksız. Ama en azından bu film için,üzerinden,bir yerinden gerçekten bir şeyler söylebenilirdi.


4 yıl önce İstanbul Goethe Enstitüsü’nün yaptığı retrospektif dışında (öyle sanıyorum) ilk kez bir Petzold filmi seyircinin karşısına çıktı. Bu da çok önemli değil. Ama yeni bir yönetmen tanıtmaya yönelik hamlemiz kesin bir başarısızlıkla sonuçlandı.





Filmden bir şey çıkaramayanlar,film içinde Ali karakterinin ne tür ticari bağlantıları olduğunu merak edenler ve bir şey söylemeyenler vardı salonda. Yine Ali’nin durumunun saplantı mı,aşk mı olduğu, karakterlerin bencil olup olmadığı vs de konuşuldu.



Ve bu kadar. Ben daha çok Petzold sinemasında olup bitenlerden ve Jerichow’un da bu olup bitenlerden önemli bir parça olduğundan bahsetmeye çalııştım ama olmadı. Bir yere varamadık.






İkinci dönem gösterimler sürecek görünüyor. Ben daha da şahane bir mağlubiyetler olsun diye bir ayın tamamını Petzold filmlerine ayırmayı düşündüm. Umarım yaparız bunu.



Bir de artık filmleri Egeli Kültür (ismine aldanmayın,içi bomboş) de tanıtmayanlara iki çift lafım var :Soğan Halkaları.


İlk dönem gösterimleri haftaya Godard’ın her şey üzerine saçmasapan bir başyapıtı olan Çılgın Pierrot ile sona erecek. Hoş ve salon terk ettirmeceli bir kapanış olabilir.


Christian Petzold’a ise bir mektup yazdım:


Sevgili Christian,

Mutlu geceler. Geçen gün kampüste senin bir filmini gösterdik: Bir sonuca ulaşamadık. Sana Genç Bakışlar diliyorum.

Hoşça kal.
(Almancadan çeviren: P.G.Ö)
…………………………………………………………………………………………


2011’i güzel hatırlayacak olan herkesi merakla kucaklıyorum. Emin olun 2010’da olduğu gibi 2012 de sizler için hep güzel bir yıl olarak hatırlanacak. Tıpkı 2013 2014 2015 ve sonraki yıllar gibi. Siz hep güzel hatırlayacaksınız. Aferin size. Biz 13 aylı yıllara devamlılık göstermeyi planlıyoruz.



14 Aralık 2011 Çarşamba

Bütün Olanlar Böyle

Bir de şöyle bir şey var. Eskiden (ama çok eskiden) bu mağara duvarlarına çizilen resimler bence bir gergedan tuhaflığına denk gelen türden acayipliklere yol açıyor. Şöyle ki, ben bu resimleri günümüzün birçok sanatsal aktivitesinden çok daha yenilikçi ve yaratıcı buluntuluyorum.


Mesela uzağa gitmeden şöyle ege kıyılarına doğru ilerlersek Anadolu’nun ilk Prehistorik kaya resimleriyle karşılaşıyoruz. Ama bunlar çok acayip. İzmir’in 150 km güneyinde Latmos (günümüzde Beşparmak dağları denmektedir) dağlarının eteklerinde çeşitli kayaların üzerinde ya da mağaraların içlerinde bazı resimler bulundu. Bu resimlerden bazılarını paylaşayım da anlatmaya çalıştığım şey biraz daha açıklığa kavuşsun.








İşte bu resimlerde belirli şeyler tasvir edilmiş. Ama Kadın-Erkek çiftleri olsun. Tanrı betimleri olsun. Herhangi bir “özel” uygulamaya maruz kalmamış. İlkel deyip geçmek çok kolay. Ama çizgilerin birbiriyle alakasızlığı ve her açıdan düzensizliği bir “tanımlama” öncesi durumla karşı karşıya olduğumuzu açıkça gösterir.


Ne Kadın ne Erkek ne Tanrı ne de Hayvan daha tanımlanmamış .(Bu felsefenin Moral İnsan dediği şeyin tam tersidir. Henüz bir varlık olarak ya da tür olarak tanımlanmamış bir insan ve onun yaptığı sanatsal hareketlerden bahsediyoruz) Hepsi birbirine karışmış bir düzensizlik içinde. Perspektif sıfır. Bakış dediğimiz şeyde tamamen bir saflık var. Çizgiler var, sadece çizgiler. Her insan ya da tanrı bir çizgi sadece. Günümüzde sanatın ve dolayısıyla sinemanın kaybettiği şeyin işte bu “bakıştaki saflık” diyebileceğimiz şey olduğunu düşünüyorum.


Bakış sadece tanımlamaya dönüştüğünde bir noktada “arzu nesnesini de kaybetti” nasıl ki cinsellik bir eksiklik olarak yorumlandığında arzu hakiki nesnesini kaybettiyse sanat da “tanımlar” üzerinde harekete geçince arzu nesnesini kaybetti. (Çizgiler büyüdü de büyüdü. O büyük boyutlu resimlerde,mimaride“ihtişamın” sadece bir parçası haline geldi. Çizginin işlevselleşmesi acı verici bir durumdur güzelim Cafer.) Geriye de “hüzün kaldı” ama bu hüznün melankoliden farkı var. Çünkü burada bir “kaybedişi” (bu öyle Kaybedenler Kulübü türünden beatnik-ergen kaybedişi değildir canım Cafer.) imleyen bir hüzünden bahsediyoruz.



Bu kaybedişin farkında olan (“Fark eden” Fark-etmek üzerine de yazmıştık bir şeyler) Bir sürü insan var ya da ben izleyince,dinleyince falan öyle düşünüyorum. Bir Bresson filminde mesela bu “yitip giden şey” hüznünü rahatlıkla görebilirsiniz. Kaybolan şey bazen masumiyettir bazen de masumiyetin sadece tanımlanmış şekli. Ya da bir müzik parçasında o “kaybolanın” çizgisini yakalayabilirsiniz. Zbigniew Preisner mesela ya da ben kendi adıma çok daha aktüel bir örnek olarak Sakin grubunu verebilirim. Ya da birkaç dizede :



“Bugün Pazar kendimi selâmlıyorum
Ve sanki kendimi tekrarlıyorum durmadan
İşte bir sarmaşığın son yaprağı gibi
Güneşe, öyle birden ki güneşe
Bir erkek,bir dişi olduğum zaman.”



Sanat kaybolandan geriye kalandır desek fazla klişe olur sanırım. Ama maalesef öyledir. Klişeden bile üzücü ve kötü olan ise, kaybolanı fark-etme yetimizin bile neredeyse sona erdiğidir, kardeşim Cafer.



Mutlu geceler.

12 Aralık 2011 Pazartesi

Annie Hall Gösteriminden Cafer'e Mektub

Kardeşim Cafer,


Bugün günlerden Çarşamba. İnsanlar yine var dünyada. Bazıları yürüyor. Bazıları duruyor.


İnsanın 13 aylı yılları var. Bu yıllar uzun sürermiş.





Sinema dergisi geçen ay özel bir ek yapmış. İşte seyirciye göre Türk sinema tarihinin en iyi 100 filmi nedir onu sormuşlar. Bunu da bir kitap gibi basıp ben diyeyim 20 öbürküsü desin 25 tl’ye satıyorlar. Kitapçıda karıştırdım biraz bu kitap-eki. Bir kere içinde sıfır emek var. Ben burdan anket yapsam alıp onları bir yere bassam muhtemelen yine benzer sonuçlara ulaşılırdı. Yani araştırmacı bilmem ne durumları falan kesinlikle yok. Neden bu filmler seçilmiş? Hangi sosyal tabandan hangi film daha çok oy almış? YOK. Hayatında kaç tane film izlemiş,kaç tane yönetmen tanımış bu oy verenler? O da YOK. “İnternetten yap anketi bas dergiye sat 20’ye” döngüsü. Ticaret döngüsü. Allah sizi ne etsin döngüsü. Neyse. Şaşırtıcı sonuç var mı? Elbette yok kardeşim Cafer. Birinci Eşkıya ikinci Selvi Boylum Al Yazmalım olmuş. İlk 10 içinde Masumiyet var hatırladıklarımdan. Ve ve ve Ağır Roman!




Hakaretamiz olmadan nasıl söylenir bilmiyorum ama Ağır Roman’ı en iyi 10 Türk Filmi arasına sokan zihniyet Tanzimat’tan sonra memleketimizde ne kültürel ne de sanatsal herhangi bir gelişme olmadığının göstergesidir. Sıradan bir romanın ucuz,sahte,beş para etmez bir uyarlaması. Mustafa Altıoklar denen burjuva kolej çocuğu gidiyor Kolera’ya 2 ayda çekiyor filmi. Hatta oyuncu kadrosunda yer alan Serra Yılmaz “çoluk çocuk bunlar,film de hiç umurunda değil Mustafa’nın,maksat “aha film yaptım” demek” diyerek ayrılmış filmden. Galatasaray Lisesi mezunu olduğu için bütün kültürel tarihin sahibi bir bilge gibi davranan,çene ishalinden muzdarip,kemalist,anarşik Okan Bayülgen büyük ihtimalle hayatında ilk kez gittiği o sokaklarda “incelikli hayta” ayaklarına 17 yaşında bir çocuğu oynuyor 36 yaşında olduğuna hiç aldırmadan. Konuşmaları muhallebi çocuğu kıvamında kibar Salih karakteri Bayülgen’in elinde can verirken,kurgu yerlerde,senaryo çöplerde sürünüyor.




Ve bu film, kardeşim Cafer, seyircinin seçtiği en iyi 10 Türk filminden biri oluyor. Sen bu seyirciye güvenip ne yapacaksın. Godard koyduk Petzold koyduk ayakları yapıyoruz ya biz. E ulan koyuyosun da bana mı koyuyosun birader. 1500 kişi gelse ne olacak o filmlere. Memleketin gerçeği Ağır Roman . Bıçak kemiğe dayandığında “yemişim seyirciyi”de diyoruz ama sonuçta onlar gelince başlıyor film. Aslında şov lan bunların hepsi. Valla bak. Şov yapıyoz. Aha biz bu filmleri biliyoruz,şöyle filmler bunlar,bakış açısı,imaj,kavram yaratımı falan filan şov işte hepsi. Evde kendi kendine anlatsan sapık olursun. Oraya adam gelince ehim ehim anlatıyoruz işte. Bu yazılar da öyle. Şov işte. Kitabı da,şiiri de,filmi de,heykeli de,şov, şov, şov. Ama niye? İşte onu ben de bilmiyorum. Eskiden olsa “kızlar için” falan derdik ama yok o da değil. Kızın ne işi var zaten Godard gösteriminde. Onlar Mötbe’de Genco Erkal falan izlerler o sırada. E olay ne o zaman. Paylaşım desen bir bok paylaştığımız da yok. Anlatıp duruyoruz. Sonra onlar da anlatıyor bişeyler. Sonra da dağıl kaptan. Dışarıdan bakınca saçma sapan şeyler yaptığımızı anlıyorum. Ama araya şöyle hayati bir durum giriyor ki yaptığımız her şeye böyle baktığımızda, zaten her şeyin de saçma sapan olduğunu görüyoruz. Yemek,içmek,işemek,yürümek, 70 kişi bir odaya girip yaklaşık 2 saat boyunca bir şey anlatan birini dinlemek,arabaya binmek,metroya binmek,ata binmek,paraşüte binmek… Hepsi kardeşim Cafer,hepsi saçma sapan değil mi. Evet öyle. Ölmeyi bile başaramadığın için seyretmeye devam ediyorsun. Sonuç da bu oluyor haliyle. Gösterimleri bitirdin diyelim, yemeyi,içmeyi,işemeyi,doğurmayı,ayakkabı bağlamayı durdurabilecek misin. Aha bak bunu durdurursun (Soru işaretim bile yok artık. Öyle soruyorum bu tip soruları,anlıyorsun değil mi Cafer).






Hegel demiş ya “Varlık, var olmayan ise varlık olmayan, var’dır. Çünkü varlık, var olmayan var’dır.” Böylece anlıyoruz ki varlık, var olmak için varlık olmayanı olumsuzlamalı ya da başka bir deyişle değillemelidir. Sonuç olarak “varlık, olmayan var’”dır. Ya da kesin bir sonuç olarak varlık, yoktur ve bütün hikâye varlığın var olma hikâyesidir. Varlığın hikâyesi ise varoluşun,oluşun hikâyesidir. Hegel’de tarih de,oluşun kendisidir ,varoluşun kendisi insanın tüm hikâyesidir,tarihidir. Bu sinemaya,bu ülkeye,bunların hepsine baktığımızda Hegel’e az da olsa hak verebiliriz. Ama daha da kötüsü Hegel öleli neredeyse 200 yıl oldu ama biz bu memlekette hâlâ daha var olamadık. Hikâyemizi,kendimizi gerçekleştiremedik. Bu hüznün tarifi ancak Jean Seberg’in yüzü ile yapılabilir. Aç seyret Cafer : “Günaydın Hüzün”. Jean Seberg seyret. Başka da yapacak bir şey yok.











Estetik üzerine bir kitap yazıyorum,kardeşim Cafer. Toplamda 1700 sayfa olacak. Alıcam Stoacılardan gelicem buraya kadar. Bu estetik denen şeyi (pek şaşırmayacaksın bu işe) Baumgarten diye bir Alman ortaya atmıştı 1750 yılında. O yıllarda ben de o civardaydım alıp okumuştum bu adamın Aesthetica denen kitabını. Başta anlamamıştım ama sonraki yıllarda beliren gelişmeler Modernizm sonrası her şeyin aslında Estetik bir durum olduğunu gösterdi. Gösterdi çünkü estetiğin tehlikesi hemen fark edildi (iktidarlar demeyeceğim) “güçler” tarafından. Olup biten her şeyi insanların kişisel deneyimine,öznel görüşlerine bırakmak olacak şey değildi. Yasalar koyan bir akla (ah Kant ah) ihtiyaç vardı. Beğeniler herkesin keyfine bırakılamazdı. Zira “Güçler” (yine iktidar demeyeceğim) kendi amaçları için “duyulur” olan hayatı hesaba katma gereği duyar.,çünkü bu hayatı anlamaksızın hiçbir tahakküm güvenilir olamaz. Böylece “duygular ve duyumlar” dünyası kesinlikle “öznel olan”a bırakılmayıp bizzat aklın kendisinin “görkemli” kavrayış gücü içine sokulmuştur. Bir sürü filozof, kuramcı bir estetik kitabı yazmıştır Cafer’im ama 1750’de Baumgarten’ın dediği “estetik” günlük yaşamın amentüsü olmuştur. Enformasyona sokulan bu “estetik” kavramı hâlâ daha küfredip durduğumuz filmlere,kitaplara,şiirlere bir savunma menzili oluşturmuştur. Şöyle bir şey “ Aklım var,kendi beğenim de var ve ben bunu beğeniyorum” . E ama şeker kardeşim sana sunulanın ilk olarak bir “estetik süzgeç”ten geçtiğini ve o süzgeci elinde tutan bir “gücün” olduğunu,o güç onu senin önüne koydu diye beğenmesen de yemek zorunda olduğunu anlamıyor musun? O aklın sende olduğunu kim icat etti de soktu kafana? O akılla nereye kadar düşünebileceğini ya da düşünce konusunda ilerleyebilmen için önüne nelerin kim tarafından konulduğunu biliyor musun? O önüne konanlarla gidebileceğin yerin sınırını (düşüncede bile) kim belirliyor,onu biliyor musun? Ve sonuç olarak o kendine ait sandığın estetiğin bile nasıl zihnine gelip yerleştiğini (benim düşüncem benim estetiğim deme döverim akabinde gülerim) düşünmüyor musun? Ha? (Bunlar kaymaklı soru işaretleri) Lenin adlı kuzenim ölümüne yakın şöyle bir şey demişti “Etik geleceğin estetiğidir” Ha? .Ha Cafer ha. Bunun üzerine biraz düşünelim istersen. Ha.





Gösterime gelince,gösterim iyiydi,hoştu. Herkes oldu. Herkes önce oturdu sonra kalktı. Vardı bu herkes. Ben de vardım. Hepimiz Hegel ile ilintili olarak var’dık. “İyi ki varsın ,iyi ki yokum” kardeşim Cafer.



Mutlu geceler.

6 Aralık 2011 Salı

Senin Mauvais Sang Dediğin Al Ekmeğen Arasına Sür Değil mi Rimbaud?

30 kasım Çarşamba hepimiz için değerli bir günün yıldönümüdür. Bildiğiniz gibi bu tarihte Kafkaslardan Doğu Anadolu ve civarı torpaklarına akınlar halinde gelen İndoaryan kavimler Coğrafyanın çehresini değiştirmiş ve bambaşka bir kültür dağılımına neden olmuşlardır. Sonradan Kuzeybatı İran taraflarında Medler,Persler,Sasaniler,Anadolu’da ise Hititler,Frigler haline gelecek bu insan toplulukları bin yıllık bir süreçte coğrafyaya yayılmışlardı. Kafkas kapılarının İndoaryanlara açıldığı bu önemli günü Ege Üniversitesi Kütüphanesi’nın arka bahçesinde 3-5 Hititli,1 Sasani ve 2 Asuri ile çay içip,kültürel halk dansımız Baduka’yı (iki elin yavaşça havaya kaldırılıp, sakince bir sağ ve sol kalça hareketiyle başlayan bu dans, sonlara doğru zıplama ve hoplama ayinleriyle son bulur. Maalesef günümüzde neredeyse hiç yapılmamaktadır) icra ederek kutladık. Mauvais Sang gösterimine gitmem gerektiği için kutlamadan erken ayrılmak durumundaydım. Zıplarken yere düşen anahtar ve bozuk paralarımı yerden topladım ve arkadaşlarla vedalaşarak Köşk’e doğru yürümeye başladım.


Köşk’te Ender’i mandalina ve ayva yerken buldum. Saat 17:10 olmuştu. Filmi takıp denedim. Problem derecesi sıfırdı. Bu güvenle mutfağa inip kahve yaptım. Bir kaşık kahve. Yarım kaşık kahve kreması. 3 şeker. Ve 100 ml. sıcak suyu ne kadar tuhaf olduğuna hiç aldırmadan karıştırmaya başladım. Günlük hayatta öylesine yapılan şeyler ne komik yahu. Düşünsene ayakkabı giyiyorsun. Ayakkabı ya. Oturup bağlıyorsun onu bir de. Yürürken basıyorsun. Medeniyet kahkaha üzerinden vuku bulmuştur. Neyse. Kahvemi alıp yeniden salona çıktım. Saat 17:19 olmuştu. Ama bir (1) kişi bile yok. (Bak hakkatten diyorum Cafer “YOK) Aklıma Beşiktaş Milangaz – Olin Edirne basketbol maçının ardından Beşiktaş Milangaz antrenörü Ergin Ataman’ın yaptığı “seyircinin bizi terk etmesi endişe verici” açıklaması geldi. Keşke dedim. Keşke bir seyirci topluluğu olsa ve bir şeyi (mesela bizim gösterimleri) terk ederek acayip bir eyleme girişse. Düşünün ya. Bir grup insan karar veriyor ve diyor ki “50. yıl köşkü film gösterimlerini terk ediyoruz” Ne acayip olurdu, ne hoş.







Dünyevi şeylerin allahallahlığına bir örnek teşkil etsin diye olsa gerek 10 dakikada 28 kişi geldi salona. Neyse. Seyirci muhabbeti yapmamak lazım aslında. Şu kadar seyirci geliyor demek ya “vay be” denmesi gereken övünç kaynağı ya da “yetmez ya yetmez” denmesi gereken bir üzülme repliği olduğu için bu konuyu buradan şu şekilde kapatıyoruz. İşte bakın şu şekilde. Gördünüz mü. 17:30’da sunuma başladım. Mauvais Sang dedim. Rimbaud’nun Cehennemde Bir Mevsim kitabında böyle bir bölüm var dedim. Leos Carax yönetmen dedim (İyidir de dedim). Aşık olmadan sevişen insanlara bulaşan bir virüs var bu virüse de panzehir üreten tek bir şirket var ama o şirket sadece kendine saklıyor panzehiri kimseye vermiyor Alex işte o panzehiri çalmaya çalışacak Anna’ya inim inim aşık olacak Halley yıldızı dünyaya yaklaştığı için hava filmde çok sıcak olacak dedim de dedim.







Sonra filme geçtik tam 1 saat 52 dakika boyunca. Ben bu süre içinde kâh salonda filmi izledim, kâh Ender’le dünyanın en zor yenilen meyvelerini ve Tony Gatlif filmlerini tartıştım,kâh Rohmer gösterimi üzerine bir önceki hafta konuştuğumuz şeyleri blog’a yazdım. İzleyiciler ise bu süre boyunca salondan çıkmayıp sabit gözlerle bir yere doğru baktılar. Bu da çok acayip. Bakmak yani. Bakmak denen şey olmasa ne mimari olurdu ne sinema ne de sanattrak şeyler. Ve yine kahkaha tarihi bir yerde bakmakla başlar. Bakmanın arkeolojisi (Arkolok kimliğimle söylemem gerekirse) mağara resimlerinden tutun, “bence çadırı şu şekilde kuralım” diye düşünen Alt Paleolitik çağ insanına kadar götürülebilir. Mesela dört ayak üzerinde yaşamını sürdürürken, önayaklarını havaya kaldırmaya karar vermeden önce, ilk insan türü kafasını kaldırıp nereye bakmıştı? Büyük ihtimalle ağaçtaki bir meyveye ya da ilginç bulduğu herhangi bir şeye. Ama o önayakların kalkması demek her şeyin başlaması demek sevgili Cafer. Bir bakış nereye getirdi bak hepimizi. Evet o önayaklar yukarıya kalktı,bununla birlikte sanat da başladı,kültür de başladı,acı da başladı. Toprak yersizyurtsuzlaşınca, dört ayağıyla toprağa bağlı olan insan iki ayağa geçiş yapınca, bu toprağa bağlılık sadece “işte toprağa basıyorum”a dönüştü. Anlıyor musun durumun vehametini Cafer? (Rousseau demişti galiba “Depremler yüzbinlerce insanın ölümüne neden olduysa bu ne doğanın ya da tanrının bir cezası ne de ancak ilerlemeyle – özellikle teknik ve bilimsel ilerlemeyle- baş edilebilecek bir beladır. Vahşiler gibi yapıp yüksek evlerde oturmasalardı bunlar başlarına gelmezdi”) Hareketli bir yurtluk olduk bundan işte her şey. Her neyse. Bu bakmaklar (“Bakmalar Denizi”) milyonlarca olduğu için de acı milyonlarca bakmak ve hiç hakikat olduğunu (ya da hakikatin kaybolduğunu) anlamakla başlar. Ve sonrası Kaf’ın dediği “Anlamaya başlamanın ilk belirtisi ölme isteğidir” noktasına gelebilir. Ve sevgili okuyucu sen de kesinkes bilirsin ki bir sürü sanat eserinin kaynağı tam da bu temel ölüm arzusudur ve dolayısıyla korkusudur.


Film üzerine ise daha çok biçimsel şeyler söylendi. İşte sanat yönetimi iyi. Görüntü yönetimi iyi. Çekimler iyi. Açıkçası bunların üzerine söylenecek pek bir şey de yoktu zira allahcanınıalmasın Leos Carax içeriği bir bahane haline getirip alabildiğine güzel görüntüleri art arda sıralamaktan başka bir şey yapmıyordu zaten. Ama bunu böyle söyleyince filmin müthişliği şey altına gitmiş olmasın sakın. Film Fransızların da deyimiyle fevkalade idi. İşte bu fevkalade film ve gösterimin ardından bir apartmanın en alt katından sadece bunları söyleyebilirim.


Mutlu geceler.