16 Mayıs 2011 Pazartesi

"Film Eleştirisi"

A

Şimdi benim ecnebi dillerine pek yatkınlığım yoktur. Örneğin bir Fransızcayı falan konuşamam (Ha konuşanı dinlerim,o ayrı. Bir keresinde Hayalbaz’da tanıştığım bir Fransız ile kordon boyunca sohbet ederek Fransız Kültür Merkezine varmıştık. Ben daha çok dinleyerek kafamı sallamıştım,ben konuştuğumda da Fransız arkadaş bildiği isimleri duyunca o isimleri tekrar ederek kafasını sallamıştı. Mesela ben Rivette diyorum o kafasını sallayıp gülümseyerek “oo Rivette” diyordu. Yine de verimli bir yolculuk ve sohbetti benim için).Yatkınlığım olmadığı için de bu “Film Eleştirisi” işleri diğer memleketlerde nasıl yürür bilemem. Ama bildiğim bir şey varsa üç tarafı denizle kaplı bu güzel cumhuriyet ülkesinde Film Eleştirisi işi klişelere boğulmuş durumdadır. Köklü bir değişimin olması şarttır. Fakat maalesef alternatif olabilecek diğer mecralardaki sinema yazıları da – örneğin bloglar ya da sinema siteleri- ana akım eleştiri sistemine bir muhalefet yaratamamaktadır.


Bunun nedenlerini saptayabilecek sosyolojik ya da arkeolojik altyapıya tümüyle sahip değilim. Ama basit biz gözlem yaparak, Bergsoncu bir yöntemle problemin ne olduğunu ortaya koymak hiç de zor değil. En başta “sineması ne ki eleştirisi bir şey olsun” tipindeki fundamental bir yaklaşıma yakın durmak mümkün. Ama bu boyutta kalmak kolaycılık olur. Ve asıl meseleyi görmemizi engeller. Ben başlıca sorunlardan birinin “sınıflandırma” olduğunu düşünüyorum. Bu sınıflandırmanın ise genellikle akademisyen ve gazete ya da dergilerde sinema yazarlığı yapan insanlar tarafından oluşturulduğunu düşünüyorum. Nedir bu sınıflandırmalar peki? Her şeyde olduğu gibi “kategori yapmanın dayanılmaz hafifliğine” kapılan insanlar film eleştirisi hususunda da hiç boş durmamış ve “sosyolojik eleştiri” “psikanalitik eleştiri” “gazete eleştirisi” “akademik eleştiri” gibi şapşahane isimler taktıkları kategoriler oluşturmuşlardır. Ve tabii ki bu kategorileri sahiplenen özneler diğer adlandırılmış eleştiri türlerine sallayıp durmaktadır.


Al birini vur ötekine klasmanına sokacağımız bu güruhlar çeşitli bakış açıları yaratarak filmleri de eleştiri de olduğu gibi sınıflandırmış, onları puan ya da yıldız gibi şeylerle değerlendirerek belirli kalıplara sokmuşlardır. Bu insanlar Türk sinemasının son 15 yıllık dönemi dışında pek bir şeyi olmadığını bildikleri –ya da bildiklerinı sandıkları- için Hollywood ya da Avrupa sineması diye bir ikilik yaratarak birinden birine yakın durmuşlardır. Bu kategoriler de zamanla çoğalmış kendi içlerinde türlere ayrılmış ve bu türleri seven film eleştirmeni modeli de çok geçmeden türemiştir. (Uzakdoğucular,animeciler,postapokaliptikçiler,kostümlü dönem filmi seviciler,bilimkurgucular,kült filmciler vs.)
…………………………………………………………………………………

Şimdi,bildiğim kadarıyla yapısalcı olarak bilinen Fransız “entelektüelleri” en çok ikilik denen şeyi kırmayı amaçlamışlardır ve bir üçüncü yol ya da nesne olarak –ve sembolik olarak- yapıyı önermişlerdir. Örneğin Lévi-Strauss bunu dil ve yazılı kültürün işlevlerini sorunsallaştırarak inşa ederken Althusser falan gibi adamlar tüm ideolojiler,gerçek insanlar,gerçek ilişkilerin ötesinde ‘bir bilimsel ya da felsefi nesne olarak’ Marksizmi önermiştir. Ya da işte Lacan Freud’dan aldığı baba ve onun imgesinin üstüne bir üçüncü yol olarak “Babanın semboliği” gibisinden bir üçüncü yapı önermiştir. Yani kısacası bu adamlar ikilikleri kırıp kendi yapısal nesneleriyle yeni bir üçüncü düzen, “yapılandırılmış” bir “bakış açısı” kurdular. Daha sonra da bu adamlara “yapısalcı Marksizm’in” ya da “yapısalcı Psikanaliz’in” kurucuları türünden adlar takıldı. Mesele benim özetlediğim kadar basit değil elbette*. Ama şimdi bu yapısalcılık denen şeyin bile günümüzde “eskimiş” bir akım olduğunu ve ardından gelen kimi filozof ya da dilbilimcilerin yapısalcılığı da aşarak yeni yollar açtıklarını söylememiz mümkün. Fakat nedense bizim ülkemizde bırakalım yapısalcılığı Varoluşçuluk gibi popülist bir felsefe akımı bile etkilerini sadece liseli çocuklarda ya da bir iki adet “entel” yönetmen üzerinde gösterebilmiştir( Yavuz Özkan’ın “varoloşçu” olarak adlandırılan kimi filmleri gülmek için izlenebilir. Ben, Büyük Yalnızlık’ı öneririm). Böyle bir ortamda film eleştirisi denen şeyin de “iyi” ve “kötü” üzerinden değerlendirilmesine şaşacak halimiz yok. Bu ikiliğin ya da “karşıtlığın” en kolay film özetleme ve eleştirme biçimi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.



B


Bu ikilik üzerinden ilerleyen eleştiri durumun yine kendi içinde başka ikiliklere,ayrımlara bölündüğünü de basit bir gözlemle tespit edebiliriz.( yenilikçi tavır-gelenekçi tavır, aksiyon filmleri ustası-dram filmlerinin ustası,bağımsız-mainstream,sanat sineması-ticari sinema vs**). Yazının bir yerinde belirttiğim gibi bu eleştiri ikiliklerini ya da türlerini savunan özneler de birbirlerinden hoşlanmazlar. Mesela geçenlerde okulda “sinemasal eleştiri” başlığı altında bir konferans düzenlendi. Bir hoca geldi ve film eleştirisinin ne olduğu ve ne olmadığına dair bilgiler verdi. Hoca, içinde bulunduğu durumdan ötürü de doğal olarak akademik eleştiriye yakın bir tavır sergiledi. Özellikle gazetelerde yazan Atilla Dorsay,Ömür Gedik gibi sinema yazarlarından bölümler okuyarak gazetelerde film eleştirisinin hangi klişeler üzerinden ilerlediğine dair tespitlerde bulundu. Söylediği şeylerin bir bölümüne katılmamak mümkün değildi elbette ama ilerleyen saatlerde yine kategorilere ayrılmış eleştiri türlerinden bahsederek ve bu eleştiri türleriyle hangi filmlerin nasıl eleştirilebileceğine dair yöntemler sunarak maalesef bir başka klişe bakış açısına saplandı.


Şimdi burada sevdiğimiz bir arkadaşın “klişeden kaçmak imkansızdır mı sızdırmaz mı” adlı güzel şiir başlığını hatırlayabiliriz. Klişe hayatın her tarafına sinmiş durumdadır bu doğru. Ve bundan kurtulmak da öyle sandığımız kadar kolay değildir bu da doğru. Fakat hayata dair ikincil kaynakların (Sinema,Şiir,Edebiyat,Tiyatro) klişelere saplanması ve bunların eleştirisinin de klişeler üzerinden sürmesine itiraz etmek şarttır.

‘Hayatta yapmamız gereken şeyler vardır,davranma biçimlerimiz belirli kısıtlamalara maruz kalır, bazı yerlerde bazı şeyleri yapmak,söylemek durumundayızdır’,bunların hepsine eyvallah. –Ki tüm bu işlerin,davranışların bir ekonomi-politiği vardır bunu da anlıyorum ve buna da eyvallah diyorum- Ama en basitinden,elimizin altındaki bir klavye ya da kağıt fark etmez,bunun başında durup herhangi bir “edebi eser” ya da eleştiri örneği hazırlarken klişelere başvurmamız gerektiğini asla ve kat’a kabul edemem. Belki de tek “yaratıcılık” alanımız olan böyle bir ortamda –ve içinde yaşadığımız ülkede “edebi eserler” ya da eleştiriler falan basıldığında pek para etmez,yani yaptığımız şeyin ticari bir karşılığı da yoktur- hangi sebep ya da gereklilik bizi bu klişelere sevk eder? Bu sorunun cevabını bilsem de cevap klişenin “normalleşmesini” asla sağlayamaz.


Klişe en basit tanımıyla kolaycılıktır. Ve bizim memleketimizde de bolca bulunan bir teori ve düşünce sistemidir. Düşünmekten çok eylemekle övündüğümüz bu tatlı coğrafyada klişenin her türlü sanat eserine bulaşmış olması da şaşırtıcı değil elbette. Ama önemle belirtmem gerekir ki yine ve asla klişe hayatlar sürmemiz klişe eserler üretmemiz için bir neden ya da bahane olamaz ( Ve tabii ki paradokslar da coğrafyamızın değişmez parçasıdır. Devletini seven solcular ile devrime giden,Kemalizm’in devrimci bir düşünce sistemi olduğuna inanan ve bu yüzden kendini “yarı solcu” ilan eden,muhafazakar görünmek için din’e saran ve böylece dinibütünlüğünü bir pornografi halinde sergileyen birçok insan topluluğundan oluşan bu “asil kanlı” millet elbette sanatına da bu paradoks ve klişeleri ardı ardına yedirmiştir).


Sonuç olarak bir “normalleşme” süreci başlamıştır. Bu normalleşme günlük hayattan sıyrılıp doğrudan sanat eserlerine ve eleştirilerine bulaşmıştır. Bir filme iyi ya da kötü demek normalleşmiştir.O filmin eleştirisinin yapılma biçimlerini kategorilere ayırmak normalleşmiştir Bir filmden çıkıp “ben bişey anlamadım” demek de normalleşmiştir. Kötü film çektiği söylenen bir yönetmenin “ama ben çok çalıştım hiç uyumadım ve bu film için ömrümü verdim” demesi de güzel bir bahane olarak normalleşmiştir. Sinema eleştirmenlerinin “hakkını vermek adına” filmler için “kötü ama yine de çekimler başarılı ve oyunculuklar sahici” demesi normalleşmiştir. Güzel güzel her şey normalleşmiştir.


Peki ne yapmalı? Benim naçizane önerim –bu öneriyi de sadece film izleyen ve bu eylemden hoşlanan biri olarak söylüyorum,ben evde makarna yiyen adamım,ne gazete eleştirisi ile işim olur ne akademiklerle.- en başta bu “normalleşme” işini bir sorunsal haline getirmektir. Mesela bağımsız filme az ticari filme çok seyirci gider normalleşmesini derinden bir sorgulamak gerekir. Neden sorusunu kuvvetlice ve etraflıca sormak gerekir ki “e çünkü ticari filmlerin tanıtımı iyi yapılıyor,daha çok gösteriliyor,seyircinin nabzına göre şerbet veriliyor” gibisinden basit bir cevap almayalım. Derine indiğimizde tabii ki burada da bir politikanın döndüğünü ve parasını verenin boruyu öttürdüğünü göreceğiz, orası kesin. Ama eleştiri işi niye böyle? Ya da sadece paranın düdüğünü öttürmesi eleştirinin yavanlığı için bir sebep midir? Yazının bir yerinde söylediğim gibi artık internet üzerinden devam eden bir sinema-eleştiri ortamı da var ama sonuç aynı. O sitelerde de film izlemeyi seven insanlar var biliyoruz ama neden hep aynı sonuç? Paranın olduğu yerde de olmadığı yerde de neden aynı klişeler? Neden aynı kategoriler? Birbirini besleyen bir eleştirel-kültürel ortamdan bahsedilebilir. Ama dediğim gibi bu etkileşimde de kazanan yine kalıplar oluyor.


İkinci bir soru olarak bu eleştirel “özgürlüğün” farkındalığı meselesi var. Sözlükler üzerinden de böyle bir gözlem yapılabilir. Evet özgür eleştiri ortamı var (bahsettiğim şey “filmlerin özgürce eleştirilebildiği” bir internet ortamıdır. Yoksa özgür bir şekilde internet kullanabilen ve bu ortamda her eleştiriyi yapabilen bir memleket olmadığımızı hepimiz biliyoruz). Ve orada da yüzlerce insan filmler hakkında yazıyor ve birkaç istisna dışında her gün sokakta duyduğumuz ya da gazetede okuduğumuz şeylerden farklı bir şey ile karşılaşamıyoruz. Belki de bu “internet özgürlüğü” ortamının da yine bir kolaycılığa zemin açtığı söylenebilir. Daha çok geyik için kullanılan internet yazı ortamı kendi gücünün farkında olmayıp basit bir “muhabbet ortamı” etkisi yaratıyor ve bu yönde şekillenen yazılar da “laf sokmak ya da koymak” “ilgi çekmek” ya da “alıntı yapmak yöntemiyle film eleştirisi yapmak” için vs. kullanılıyor. Ve bu da maalesef normalleşme sürecinin bir parçası oluyor.


Sanıyorum yeninin peşinde olan ve farklı bir bakış ya da bir yaklaşma şekli arayan bizim gibi insanların yapması gereken ilk şey bu normalleşmeyi kırmaktır. “Neden” sorusu kuvvetlice sorulduğunda alacağımız cevaplar o kadar basit olmaz. Yetinmeyi bilmeden ısrarla sormalıyız. Sorunu tespit etmek bile önemli bir kademedir (Hatta en önemli kademedir). Sorun var, nedenleri az çok belli. Bunları kırmak da sürekli yeni ve farklı olanı aramakla mümkün olabilir. Mesela bir eleştiri yazısı hayal ediyorum. Bir gazete köşesinde bir adam herhangi bir filmle ilgili kırık çizgiler,siyah kareler,soru işaretleri,hayvan resimleri ve düzenli düzensiz geometrik şekillerle bir eleştiri yazısı yazmış. Hiçbir anlamı yok ve bu o kadar önemli ki. Küçük küçük darbelerle işe başlanabilir. Hayal ettiğim eleştiri yazısı da güzel ve küçük bir darbedir sonuç olarak. Ve bir başlangıç.



NOT : Bu konuya katılımlarla birlikte devam etmeyi planlıyoruz.




*Yapısalcılık ile ilgili daha ayrıntılı bilgileri Tahsin Yücel’in kimi kitapları ya da çevirilerinden edinebilirsiniz. – ben oralardan edinmedim o ayrı.-

** Gazete ve dergilerden baktığım film eleştirilerinin yarım saatlik bir dökümü bu. Örnekleri çoğaltmak mümkün.

Hiç yorum yok: