24 Temmuz 2011 Pazar

Antakya için Rohmer vakti

"Fransız Filmi" denilen şeyin halk arasında belirli bir tanıma kavuşmasının bir nedeni Claude Sautet ise diğer nedeni Eric Rohmer değildir.


Halihazırda 3-4, toplamda ise 6-7 tane filmini izlediğim Rohmer zamanla üzerimde bir "hadi bir filmini daha izleyeyim" etkisi yarattı.6 ahlak öyküsü olarak adlandırdığı (Contes moraux) filmleriyle sinema tarihinde pek rastlanmayan bir türde seri halinde filmler çeken Rohmer bu seri içindeki filmleri sayesinde nev-i şahsına münhasır bir adam olduğunu hepimize göstermiştir.





Bu 6 Ahlâk öyküsünün 4 tanesini izlediğim için serinin bütünü hakkında apır sapır konuşacak halim yok. Fakat bu serinin içinde yer almayan birkaç filmini daha izleyince sezdim ki 6 ahlak öyküsü Rohmer filmografisi içinde apayrı bir yerde durmuyor. O yüzden özel olarak "ahlâk öyküleri" diye bir seri yapmasını ben pek anlayamadım. Örneğin Pauline à la plage filmi 6 ahlak öyküsü arasında yer almaz. Ama bir yedinci öykü olarak bu filmi çekseydi kimse de "hayır bu ahlak öyküsü değil" diye itiraz etmezdi. Anlaşılan o ki Rohmer seri halinde öyküler anlatmayı seviyor. Zaten çok değil 15 sene sonra bu defa Dört Mevsim Öyküleri (Contes des quatre saisons) adıyla 4 filmlik bir seriye daha imza şey yapmıştır.


Kısacası karşımızda öykü anlatmayı seven bir yönetmen var. Lakin biraz daha dikkatle baktığımızda (örneğin 6 ahlak hikayesinin Claire'in Dizi bölümüne) ortada bir olay örgüsü ya da hikaye olmadığını fark ederiz. Belirli insanlar belirli durumlarda biraz da teatral bir biçimde gösterilirler. Bir film boyunca Orta yaşlarında bir adamın genç bir kızın dizine dokunma isteğine tanıklık ederiz. Arzu nesnesi film içinde birkaç kez değişikliğe uğrasa da orta yaşlı abimiz sonunda amacına ulaşır ve film mutlu bir sonla biter.




Bu noktada Rohmer'in iddialı bir yönetmen olmadığını iddia edebiliriz. Az karakterli,gelişimi az çok tahmin edilebilen bir anlamda "düz" bir sinemadır bu. İçinde yer aldığı Yeni Dalga akımının diğer temsilcilerine göre az biraz anti-entelektüalist (moda oldu bu laf bugünlerde) olduğunu da öne sürebiliriz.


Bir diğer Ahlak öyküsü olan L'Amour l'après-midi (Öğleden sonra aşk) filminde ise yine orta yaşlarında evli bir adamın eski sevgilisinin ortaya çıkıp onu ayartmaya çalışmasıyla içine düştüğü ahlaki ikilemi izleriz. Yine belirli tipte karakterlerin kol gezdiği filmde, sıkmayan bir tempo ile yavaş yavaş ayartılan bir adamın durumlarını seyrederiz.




Rohmer,Suzanne'in Kariyeri ( bu arada Rohmer'in bir kadın adı ile başlayan ya da biten filmlerini daha çok seviyorum ben) adlı ahlak öyküsünde de bu kez bir kadının iki erkek arasında bir rekabet unsuru haline gelmesine neden olan durumları seyrederiz.




Buraya kadar yazdıklarımla adamın filmlerinin neredeyse hiçbir özelliği olmadığını hatta biraz klişe bile olduğunu sezdirebilmişimdir sanırım. Ama gelin görün ki kazın ayağı öyle değil. Dümdüz öyküler,bilindik karakterler bu filmlerin "biçimi" devreye girince bir acayip hale geliyor.


Bu filmlerin büyük bir bölümünde plaj,deniz,kumsal,yazlık gibi güneşli günlerin nedense önemli olan figürleri yer alıyor. Ve karakterler kah botlara binerek,kah plajlarda etik tartışarak,kah denizin içinde birbirlerine bişeyler söyleyerek belirli bir atmosfer yaratıyorlar. En azından benim "ironik" diyebileceğim bu durumların yanında yönetmen belirli fetişlerini (diz,ayak,dudak,) filmin her bir yanına serpiştirerek ahlaki bir öykünün oluşmasını sağlayacak unsurları neredeyse yerle bir ediyor. Ahlak öyküleri denince oluşan "kesin felsefik içerikli,tartışma dolu bir film olacak" önyargısını hemen tersine çeviriyor. Ve olan şu ki, aslen Rohmer'in yapmaya çalıştığı şey de ahlaki olanın saçmalığı üzerinde çeşitli denemelerde bulunmak. Ya da ben öyle sanıyorum.

Karakterlerin bir diz ellemek için yapmadık şey bırakmadığı ya da tam eski sevgilisiyle yatmaya karar vermişken bundan vazgeçip karısıyla yatttığı bu filmler düpedüz bir ironinin yanında Rohmer'e has bir mizah anlayışının da parçası haline geliyorlar.


Bu noktada Rohmer'in (belki de Truffaut'dan bile daha çok) Yeni Dalgacı bir yönetmen olduğunu tekrar hatırlamalıyız. Filmlerinin kolay tüketilebilir olması aslında iki tür seyirciyi birbirinden ayırmaya yarıyor. Birinci tip seyirci "aa ne güzel sıkıcı olmayan bir fransız filmi" derken ikinci tip seyirci neredeyse seyirciyle bile dalga geçen bir yönetmenin tuhaf mizah anlayışına karşı hayranlık besliyor.


Şimdi,birileri çıkıp (ki ben hiç görmedim birilerinin çıktığını) "e bak adam röportajında neler demiş,aslında şunu şunu anlatıyormuş" ya da "ya Roger Ebert bile yazmış,ironi değil Rohmer'in üslubu grotesk ya grotesk" dese de hiç fark etmez. Her türlü görsel sanatın ölçütü bakan şeydir. Şimdi burada bakılanın film,bakanın da seyirci olduğunu iddia etmiyorum. Bunlar karışık ve bolca Saussurre,Barthes okunması gereken işlerdir. Tek söylediğim Rohmer'in farklı bir şey yaptığıdır. Ve bu fark onun sinemasını neredeyse ezoterik bir hale getiriyor. Belirli kavramların içini oyarak yeni bir bakış açısı oluşturması ve ikincil kaynakların bir kavram yaratmak için belki de en önemli araçlar olduğunu en azından bana göstermesi onu çok değerli bir yönetmen kılıyor.


Hiç yorum yok: