23 Ağustos 2012 Perşembe

Direniyorum Bowling Toplarına Yine Dünya


2012’nin Ağustos ayına farkında olmadan, bir İtalyan Yeni Gerçekçisi olup Tayvan’daki köyüme yerleşmeyi kafamdan geçirirken girdim. Sonra da Sofia Coppola. Bir insanın 18 yaşına kadar diş hekimliğiyle kurduğu tek ilişki bir diş hekimine dolgu yaptırmaktan ibaret olduğu halde, o insanın, hayatının geri kalanını bir diş hekimi olarak geçirmek üzere diş hekimliği fakültesine başlamasının acayipliği de bunların üstüne ekleniyor tabii ki. İnanın, bir Alfred Bester kitabı olsam bu kadar garipsemezdim. Yıkım’a giden adamları olsun, yüksek şatodaki adamları olsun, özellikle de yüksek şatodaki adamları olsun, olağan durumların olağan insanlarına tabi kılardım. Ama bunlar çok çok başka.


Sofia Coppola demiştik. Evet, bir zihinsel engelliyle dalga geçildiğini görünce ikinci kez intihara kalkışacak kadar “duyarlı” ergen kızlar çizmişti vakti zamanında Sofia. Mütedeyyin Amerikan camiasını ilginç bir kurguyla eleştirmeye yeltendiği The Virgin Suicides adlı ilk filminde. Fena bir film de değildi hani. Orada kendi dilini kurmaya çabalayan bir Sofia görmek, onun sadece babasının adından ekmek yemeye çalışan birisi olmayacağının haberlerini de verir gibi olduğu için büyük bir heyecana kapılmıştık kulislerde. Ama gel gelelim, çocuk imajının masumiyet kavramının temsiliyetinde kullanılmaya çalışılması hamlesinin klişeliği üzerine beylik laflar edip, Sofia’nın da bu tuzağa düşmesini ise üzülerek karşılamıştık.



Sosyal şiddete maruz kalan çocukların, masum-masum değil ikiliğinde toplumsal kodlara uygun olaraktan masum başlığı altına yerleştirilmiş olması ve hatta asıl önemlisi hikayenin bu ikiliğe maruz bırakılması, gerçekten beni yataklara düşürecek denli “olmamışlık” hissi barındırıyordu. 99 yılının Sofia’sı, Platon’dan bu yana süregelen bu ikiliğe -ve her tür dualite anlayışına- bir dur dememişti. Asıl meselenin, bu ahlaki nosyona daha başka bir yerden yaklaşmak olması gerektiğinin bilincine varamamıştı. Ve bizleri kendine bile alan açamayan bu saçma noktaya oturtmuştu.



Ardından gelen Lost in Translation filmi ise 2003 Sofia’sının bakış açısının dört yıl öncekine göre oldukça farklı bir konumdan bize seslendiğini gösteriyordu. Ama itiraf etmem gerekirse, bu, bu başka bir yazının konusu.


Şimdiki yazı şöyle devam:


Hepimizin fark ettiği gibi, sinemanın bir tür kapalı dünyası ve düzeni vardır. Bir yönetmenin sinemasal duruşu, günümüz dünyasından çok, geçmişin yönetmenleriyle ilişkilidir. Yani, 2012 yılında kimse çıkıp da Dogma95 manifestosunu tekrardan deklare etmez ya da Sine-Yumruk demez. Veyahut da Avrupa’daki ekonomik krizin yansımalarını göstereceğim diye It’s A Wonderful Life’ı çekmez. Onların zaten bu tarihi birikim içerisinde yer aldığını bilerek duruşunu, tarzını ve yaratıcılığını ortaya koymaya çalışır, e haliyle.


İşte, son birkaç yıl içerisinde, dilin sorunsallaştırılmasının merkeze konulduğu Yunan filmlerinin üretilmesini de aslında buraya oturtabiliriz. Avrupa sinemasıyla hesaplaşmanın neticesinde ortaya konmuş gibi duran bu filmler, Avrupa-sineması-sevicileri’nin sürekli aynı mefhumlar çerçevesinden yaklaşadurduğu ürünlerin yarattığı o sıkıntılı ortamda, yepyeni bir düşünce alanı açmıştı hatırlayacağımız üzere. Artık, emekli olduktan sonra sanat galerisi müdavimliğine başlayan teyzeler ve amcalar fırsatını buldukları her anda, dil üzerine ontolojik tartışmalara kalkışmışlardı da biz de ağzımız açık, onları izlemiştik.



Hatırladığım kadarıyla, bu Yunanistan menşeili ve cam çocuk haysiyetli hareketin çok şey vaat edenlerinden olan Attenberg ise yeni bir iletişim dilinin bedensel mümkünlüğü üzerinden güzel sorular soruyordu. Fakat ne yazık ki film, dil problematiği sunma ile 20. yüzyılda yaşamış bir Fransız filozofunu “yanlış” anlamanın ürünü olma arasında sürekli yalpalıyordu. Taklit mefhumuna da epeyce bir kafayı takmıştı sanırsam. Ve ben de aşırı hassas olduğum bu “yanlış hamle” mevzusundan ötürü “Bunu böyle yapmasaydın keşke arkadaşım, orası olmamış yahu” nidalarıyla filmi izlemiş ve filmden sonra da sıcak yaz gününe aldırmayıp eski yoldaşım ve meslek arkadaşım ayvalı ıhlamura koşmuştum. Çeşitli ilaçların ve Doğadan ayvalı ıhlamurun etkisinde ancak sakinleşebildikten sonra, filmin fena olmadığına kanaat getirebilmiş ve çabalarından ötürü yönetmeni Athina’yı arayıp tebrik ettikten sonra, “Bence o çocuk öyle gülmemeli, Athina.” diyerek telefonu hızlıca kapatmıştım. Evet, sanırım Attenberg de böyle güzel bir filmdi.


Buradan da Tayvan’a uzanıp “ey Ming-liang” diyecektim, “senden öte minimalist sinema yok bu dünyada aslanım” diyecektim, sana şöyle ne güzel şeyler söyleyecektim, fakat şimdiki yazı böyle son.


İsveçli gemicileri unutmadık. Kedileri aklımızda.


Hiç yorum yok: