9 Haziran 2013 Pazar

İlyas Salman ve Fassbinder İle Depresyona Yolculuk

Depresyon gibi psikolojik bir terimle yola başlamak sağlıklı değil elbette. Olup bitenleri tam olarak ifade etmeyen bu terimin daha yoğun ya da daha hafif dönemleri vardır. Bununla birlikte olasılıkla modern birey dediğimiz şeyin vazgeçilmez aksesuarlarından biri olmaya devam edecektir. Bilmiyorum duydunuz mu ama “Psikoloji” ve “Psikiyatri” herhangi bir şekilde “tedavi etme” konusunda en başarısız bilim dallarıdır. Yapılan bir araştırmada ilaçla tedavi diye ayırabileceğimiz Psikiyatri’nin başarı oranı %15 olarak tespit edildi. Yani demek oluyor ki Psikiyatri diyince sadece ilaç sektörü gelişsin diye yoluna devam eden bir oluşumdan bahsetmiş oluyoruz. Bu oluşumun parçaları da sağolsunlar hiç boş durmuyorlar, 10 yılda bir çıkıp yeni hastalıklar keşfediyor ve bunu da DSM dedikleri “psikiyatrik teşhis el kitabına” basıp duruyorlar. Şimdi beşinci kitap yolda ve olasılıkla bu müthiş insanlar çoğunu kıçlarından uydurdukları hastalık sayısını 400’e çıkaracaklar. İşte yaşadığımız böyle bir dünya.

Her neyse, depresyonun en saf biçimi çocukken yaşadığınız depresyon biçimidir. Çünkü bu şeyi yaşadığınızda “depresyon” denilen şeyin farkında değilsinizdir. Ta ki bir bilirkişi size gelip “Haa depresyondasın ya tamam” diyene kadar. Öncelikle içinde bulunduğunuz durumu tanımlarlar sonra da böyle olduğunuza sizi inandırırlar.

Peki ben tüm bu söylediklerimden İlyas Salman’a nasıl geleceğim? Şöyle; Sinema dediğimiz şeyin önemli bir türü de melodramdır bildiğiniz gibi. Yürek parçalayan, insanın içine oturan film örneklerinin karşımıza çıktığı bu türün Türk Sineması’nda da önemli bir yeri vardır. Bizim daha çok dalga geçtiğimiz Hülya Koçyiğit’li melodramlar üzerimizde fazla bir etki bırakmaz. Ama türün esaslı bir örneği ile karşılaştığımızda üstümüz başımız Afganistan olur.

Bu türün Douglas Sirk ile başlatacağımız tarihi içinde hiç kuşkusuz en önemli isim Fassbinder’dir. Onun filmlerindeki o kahredici havadan kurtulmanız pek kolay değildir. Ne bileyim Hülya Koçyiğit’e gülüp geçebilirsiniz ama Elvira’ya gülüp geçmeniz öyle kolay değildir.



Sadece melodram değil herhangi bir filmde de unutamayacağınız, sizi depresyona sürükleyecek güçte şeyler bulabilirsiniz. Biz artık gereğinden fazla film izlediğimiz için bu güce kapılmamız epeyi zorlaştı. Ama zamanında mesela Konuş Onunla’daki Benigno karakteri bizi epey melankoliye sürüklemişti. Ya da Canım Kardeşim filmi, hem müziğiyle, hem çocuk oyuncu Kahraman’ın müthiş performansıyla her izlediğimizde bizi kahreden bir yapıya sahipti. Yerli sinemadaki ilk “Sanatsal-Toplumcu Geçekçi” film örneği olan Canım Kardeşim özellikle final sahnesiyle unutulmaz bir hale gelmişti.

Bir sürü örnek sayılabilir ne bileyim Werner Herzog’un Kaspar Hauser ya da Stroszek filmleri. American History X ( Özellikle küçük kardeş Edward Furlong’un vurulduğu sahne). Demirkubuz’un Üçüncü Sayfa’sı. Bresson’un Mouchette filmi. Yılmaz Güney’in Baba’sı. Bu filmler bizi depresyona sürükleyecek kadar “ağır” olmasa da bir burukluk yaratan, üzücü filmlerdir.  Bu filmlerin “sanatsal” açıdan başarılı filmler olması bize bir kapı aralığı sağlar. O yüzden de “aşırı etkilenme” diyebileceğimiz durumu çabuk atlatırız. Ne bileyim, “Ne iyi çekilmiş bir sahne” falan diyebiliriz mesela izlerken. Ya da “Herzog ne melankoli yapmış helal olsun” diye filmin sanatsal gücünü onaylayabiliriz.

Yine de iki film vardır ki, size epey zor anlar yaşatırlar. Biri tabii ki Fassbinder’in 13 Aylı Bir Yılda’sıdır. Hem sinemasal açıdan, hem metin açısından hem de her türlü tavizsizliği sayesinde filmin depresif etkisinden kurtulmanız kolay değildir. Ama bu filmi yirmili yaşlarımızın ikinci yarısında izlediğimiz için biraz daha şanslıyız. Az da olsa “vay be sahneye bak” diyebileceğimiz ya da filmin müthiş metnini onaylayabileceğimiz birkaç kurtuluş noktası bulabiliriz.

Ama ve ama. Eğer çocukken sizi depresyona sürükleyecek kadar ağır bir şey izlediyseniz bundan kurtulmanız öyle 20’li yaşlardaki kadar kolay değildir. İşte böylece geldik İlyas Salman’a. Bu Allahın belası adamın yazıp yönettiği ve başrolünde oynadığı bir film vardır. Zamanında özellikle de Pazar günleri ana haber bülteni öncesinde Atv’de çıkardı bu film: Zavallı.




Sevgili dostlar, çoğunuz izlemişsinizdir sanırım, yani bir insana böyle bir şey yapılmaz. Salman belli ki öfkeyle çekmiş filmi. “Sanatsal başarı” falan yok tabi ortada. Ama işte ortada değerlendirecek başka bir şey olmayınca sadece filme odaklanıyorsunuz. Salman’ın iç acıtan oyunculuğu zihinsel özürlü Ali karakterinde kahredici güzellikte can bulurken filmin anti - estetik, grenli görüntüsü de size çıkış yolu bırakmıyor. Ali’nin evlendiği bir diğer zihinsel özürlü karaktere (Gülperi) abisinin musallat olması, bu abinin Ali’yi sürekli sömürmesi falan deli eder insanı. Ve en sonunda kalleş abinin Gülperi’ye tecavüz etmesi vs. ile körpe dimağlar mahvolur.

Zavallı sırf bu haliyle bile yeterince mahvediciyken bir de filmin final sahnesi devreye girer ve sizi yıllarca kurtulamayacağınız bir depresyonun eşiğine getirir. Ali sahilde kendisini bıçaklayan adama döner (“Gülperi’nin arkadaşına nasıl kokmuş balık yedirirsiniz siz” repliği ara sıra yankılanır kafamızda. Travma işte)  ve “Sağol ” der. Sonra da biraz yürüdükten sonra bir su birikintisine düşüp ölür. Bu film en az 30 kez çıkmıştı televizyonda. Ben de bunların en az 15’ini izlemişimdir.

Ulen artık milyon tane film izledim, dur bir bakayım neymiş diye yıllar sonra açıp baktım filmin başlarına. Hiçbir şeyin geçmediğini fark edip 3 dakika sonra kapattım. Ve derhal filmden uzaklaştım. Biliyoruz senaryo kötü, oyunculuklar fazla abartılı hatta “aşırı gerçekçi toplumcu” bir akımın ilk ve tek örneği. Evet bunların hepsini biliyoruz ama bütün bunlar filmden kurtulmamıza yetmiyor.



Şimdi söyle düşünüyorum, Fassbinder ve İlyas Salman fena şekilde bir ortak noktada buluşuyorlar. Buluştukları tema ise elbette “Sömürülme”. Fassbinder “Her filmimde işlediğim tek bir konu vardır o da duyguların sömürülmesidir” derken kendi çizgisini belirtiyordu zaten. Ve eminim eğer bu filmi yani Zavallı’yı izleseydi hayran kalırdı ve İlyas Salman ile bir şeklide irtibata geçerdi. Zavallı’nın akla hayale sığmayan tavizsizliği Fassbinder’i büyülerdi. Tabii ki dramatik yapı, senaryo kurgusu falan gibi şeylerden bahsetmiyoruz. Dediğim gibi tema önemli olan: Duyguların Sömürülmesi. Bu topraklarda bazı “eşcinsel” yönetmenlere sadece eşcinsel oldukları için Fassbinder benzetmesi yapılmıştı zamanında. Oysa bu topraklarda Fassbinder’in bir emaresi varsa eğer onu sadece İlyas Salman’da ve Zavallı’da bulabiliriz.

Not: Film Youtube’da var ama izlemeyin.


Hiç yorum yok: