31 Ağustos 2011 Çarşamba

Bir Alman Var. Adı : Christian



Coğrafyamızda Alman filmlerini takip eden insanlar genellikle Alman ata sporu olan porno ile haşır neşir oldukları için Alman filmi eşittir porno gibi bir algının yaratılmasına vesile olmuşlardır. Bu abiler bu filmleri dikkatli bir biçimde takip ettikleri için hiç kuşkusuz saygı duyulacak bir birikime de sahip olmuşlardır. Binaenaleyh, pek tabii ki o porno filmlerin üretimi ve dağıtımına emek veren insanlar da saygıyı hak etmişlerdir. Ama gelin görün ki olan arada kaynayan birkaç güzel Alman yönetmene oluyor. Şimdi 70'li yıllarda adını duyuran ve hemen hepsi dünyaca tanınan Yeni Alman Sineması'nın yönetmenlerini bir kenara koyuyoruz. Zirai onların bazıları öldü bazıları Amerika'da asimile oldu bazıları da bildiğiniz kafayı yedi. İşte bu güzel adamlardan sonra Alman sineması ben diyeyim 20 siz deyin 30 yıllık bir bunalıma girdi. (Neyse ki kimse kalkıp da "bunalım filmleri" çekmedi. Yoksa sonları seksen sonu doksan başında memleketimizde çekilen facia "entelseksüel" filmlerin yönetmenleri gibi olabilirdi.)

Gel zaman git zaman Tom Tykwer gibi sinemacılar, hadi yeni bir soluk diyelim, işte böyle bir şey getirdiler. Çok sevdiğimiz Tom Tykwer Amerika'ya transfer olup o güzel filmlerini unutturacak kadar saçma şeyler yapmaya başladı. (Bu konuyla ilgili yakın bir zamanda bir deklarasyon yayınlayacağız) 

İşte tam bu sıralarda "Berlin Okulu" denen bir akım adını duyurmaya başlar Alman sinemasında. 2000'li yılların başından beri film çeken Christian Petzold, Thomas Arslan, Christoph Hochhäusler gibi adamlar popüler Alman filmlerinin de başarısızlığından yararlanarak bir anda Alman sinemasının yeni kurtarıcıları olurlar. Berlin Okulu ise onların yaptıkları işlere topluca bir isim vermeye çalışan eleştirmenlerin kondurduğu bir isimdir. Zira saydığımız ve saymadığımız isimlerin yolu bir şekilde bu okuldan geçmiştir. Ayrıca Christian Petzold'un dediğine göre bu yeni yeni Alman sinemacıları sık sık bir araya da geliyormuş. Örneğin Thomas Arslan'ın bir filminde kurguculuk yapan adam ertesi günü Petzold'un filmine yardımcı oluyormuş. Ya da Angela Schanelec'in bir filminde katili oynayan aktör ertesi gün Hochhäusler'in filminde çaycı rolüne çıkabiliyormuş. Yani kısacası "birlikte" olan bir düşünce ve imaj yaratımından söz edebiliyoruz. Eh, bu da onları bir akım olarak adlandırmamızı kolaylaştırıyor kuşkusuz. Hatta bana sorarsanız sallayın Dogma'yı falan son 20 yılda gerçekleşen tek sinema akımından bahsediyoruz.

Bu akımın öne çıkan ve adını en çok duyuran iki ismi ise Christoph Hochhäusler ve Christian Petzold oldu. Hochhäusler üzerine Engin Ertan zamanında birkaç şey yazmıştı. Biraz da onun vesilesiyle sanırım Hochhäusler memleketimizde tanınmaya başladı. Hatta yanılmıyorsam Sahte İtiraflar adlı filmi gösterime girdi ardından da Dvd'si falan çıktı. Ama ve fakat burada asıl ilgiye mazhar olması gereken ismin Christian Petzold olduğunu düşünüyorum. Petzold önce televizyon filmleri çeken bir adam iken birdenbire benim bilmediğim bir sebepten sinema dünyasına da atılmış ve ben diyeyim altı siz deyin yedi tane şahane filme imza atmıştır.

Bu filmlerin hepsini tek tek yazmak isterim. Ama tek bir yazıya sığdırmak sıkıcı olabilir benim açımdan. O yüzden birkaç yazıya yayarak olaya girebiliriz. Belki.

Hiç kronolojiye girmeden Hayaletler (Gespenster) ile başlıyorum :





Filmin konusunu özetleyecek değilim. Arayan filmin "ne anlattığını" bulur zaten internette bir yerden. Ama şöyle diyebiliriz :

1- Bu bir Lezbiyen aşk filmi değildir.

2- Filmde "olan" çok bir şey yok. Sadece belirli şeylere kanaat getirebiliyoruz. Mesela "Anne" karakteri. Gerçekten kafayı sıyırıp sürekli birilerini "kaybolan" kızına mı benzetiyordur ya da "kaybolan" kız babanın söylediği gibi aslında ölmüş müdür? Pek açık bir tarafı yok. Nasıl anlarsanız öyle.

3- Film Petzold'un diğer filmlerinde olduğu gibi olabildiğince az insanın olduğu yer ve mekanlarda geçiyor. Boş cadde ve sokaklar, boş mağazalar vs. Hepsi filmin atmosferine benim "sakinlik" diyebileceğim bir şey katıyor.


4- Yine diğer Petzold filmlerinde olduğu gibi araba önemli bir filmik nesne olarak ön plana çıkıyor. Petzold arabalardan pek hoşlanmadığını, araba denen şeyin bir iç güvenliği sağlayıcı, dış dünyaya kapalı saçma bir icat olduğunu düşündüğünü sık sık söylüyor. Wolfsburg belki de sadece bu düşüncenin yarattığı başka bir Petzold filmidir.

5- İsterse çok trajik, isterse çok komik bir şey olsun Petzold mesafeli durmayı ihmal etmiyor. Karakterler de en trajik durumlarda bile bağırıp çağırmak yerine sakin sakin tepkilerini veriyorlar. Yine Wolfsburg filminde benim gördüğüm en sakin cinayet sahnesi bulunmaktadır.

6-Hayaletler başı ve sonu tam olarak belli olmayan ortasından başlayan ve devam eden bir film. Ve devam ediyor. Bir film süresi içinde olmadığı halde devam eden bir süre filmi. Sonrasında ne olduğu merak edilebilir belki. Ama ben etmiyorum. Bu sadece bir şekilde yolları kesişen ve bir şekilde yolları ayrılan karakterlerin hareket halinde olduğu bir film. İçinden bir sürü anlam çıkartabilirsiniz. Ama bu bildiğiniz gibi sadece sizi ilgilendirir.

7- Ve belki de en zor olanı bu "hikaye" ya da diğer Petzold filmlerinin "hikayeleri" başka birinin elinde tam bir klişeye dönüşebilecekken bu adam evirip çevirip bir acayip hale getiriyor bu hikayeleri. Demirkubuz bir keresinde eski türk filmleri için "kötü anlatılmış müthiş hikayelerdir onlar" demişti. Petzold'un yaptığı da bu olabilir. Başta gayet sıkıcı görünebilecek bir konuyu "öylesine bir film" haline getirebiliyor. Bunu Hayaletler'de de ve fazlasıya Wolfsburg ve Jerichow'da görebiliyoruz.

Sanıyorum bir sonraki yazıda bu iki Petzold filminden (Jerichow ve Wolfsburg) bahsedeceğiz. Hele Jerichow'un o Nilüfer destekli fragmanı yok mu... Neyse.

Hiç yorum yok: