30 Kasım 2011 Çarşamba

Öğleden Sonra Aşk Gösteriminde Yapı mı Söktük ki Rohmer Şöylesine ve Böylesine Pek Sevildi.

Sınav dönemi (vize dönemi diyenler de var ama katılmıyorum buna) benim destek verdiğim bir zaman alanıdır. Zira bu mevsimde gösterime gelen insan kitlesinin yaş ortalaması on – on beş yaş yükseliyor. Öğleden Sonra Aşk bu seyirci kitlesi için tam isabet bir film oldu.




197 sayfa aralıksız şiir yapan bir tanıdığım var. Üstelik kitaplaştı da bu 197 sayfa. Garip şey. Biz bu tanıdıkla bir gün aynı evde de kaldıydık. Sürekli bir kadından bahsediyordu. Sonra da “hepsini yazmalıyım. Yazmak. Yazmak. Bunu yapmalıyım” diyordu. Manyaktı herhalde Sabah erkenden uyanmış evde dolaşıyordu. “Yazmam lazım. Yazmam lazım” Onu hatırlıyorum şimdi. Ben de bir sürü şey yazmalıyım buraya. Mesela gösterimde bulunun amca ve teyzelerin filmin sonunda yaptıkları müthiş yorumlar. “Ben islamdan yola çıkarak bakınca” ya da “Kadın olsaydı da eşine sahip çıksaydı” “Çokeşlilik doğal bir şey.” “Çokeşlilik doğal bir şey değil.” vs gibi şeyleri işte. Ama yok meselem o değil. Ben olayın biraz daha acayip bir yönü olduğunu düşünüyorum.





Gösterimin daha en başında yaptığım sunumla aslında farkında olmadan insanların filmi belirli bir bakış açısıyla izlemesine neden oldum. Bu iyi olmadı. Filmin sonunda yaptığımız konuşmalarda da filmdeki erkek karakterin eşini aldatmamasıyla “ahlaki” mi yoksa “ahlaki olmayan” bir davranış mı sergilediğini tartışıp durduk. İşte olayın acayipleştiği nokta da burası oldu. Herkes kişisel yaşam deneyimiyle filmi yorumlamaya başladı. Örneğin bir hanımefendi filmle ilgili “ben yönetmenin dini bir bakış açısı olduğunu düşünüyorum” deyiverdi. Ve bunun da kendi inancından yola çıkarak yapmış olduğu bir tespit olduğunu belirtti. Başka bir beyefendi de ahlakın toplumun dayattığı bir şey olduğundan ve filmdeki erkek karakterin de toplumun yanlış olarak kabul etmesi nedeniyle eşini aldatmadığı varsayımından ilerleyerek konuyu başka yerlere götürdü. İşte o noktada çok alakasız şekilde Godard’ın “Filmi iade etmek” dediği şey aklıma geldi. İzleyiciler farkında olmadan bir tür üretici özneye (bu üretici özne durumu biraz ütopik bir şey tabi. Burada sadece “filmi yorumlarken fikir üreten” bir özne topluluğundan bahsediyorum) dönüşüyorlar ve kendi deneyimlerini izledikleri şeyin bir parçası haline getirerek yorumluyorlar. Bu da süreksiz bir üretime yol açıyor. Ha ortaya çıkan şeyler gerçekten gerekli ve bundan sonraki tarihe kalacak şeyler değil elbette ama olan bir şey var ve her özne bir noktada bunun bir parçası haline dönüşüyor. Her sandalyeden ama iyi ama kötü bir tekil düşünce fırlıyor. Bu aslında nerden bakarsak bakalım Postmodernizm denen şeyin ta kendisi. Herkesin farklı olduğu ve herkesin bu yüzden farklı bir bakış açısı olduğu Postmodernizm’in devamlı kurulan cümlelerinden biridir. Bu bakış açıları kavramı elbette büyük bir öneme sahip. Bizim deneyimlediğimiz şey de bu “derin” kavramın su yüzünde görünen kısmı.




Yeni bir şey ortaya çıktı mı diye sorarsanız cevabım hayır olur tabi. Ama sadece bizim gösterimlerde değil dünyadaki herhangi bir kültür olayında “yeni”yi pek göremiyoruz zaten. Zira az önce andığım bakış açısı kavramının sonu çok daha çetrefilli bir yere bağlanır. Evet herkesin bakış açısı farklıdır. Örneğin bizim izlediğimiz Öğleden Sonra Aşk filminde Yönetmen Rohmer’in bakış açısıyla filmden 37 yıl sonra bir salonda o filmi izleyen insanların bakış açısı aynı olamaz. Ve iyi bir yönetmen de bunun farkında olduğu için her izlenişinde farklı bir bakış açısıyla görebilecek ya da alabildiğine fazla bakış açısıyla değerlendirilebilecek bir evren kurmaya çalışır.



İzlediğimiz filmde Rohmer bunu gayet iyi başarıyordu. Ama yönetmenin ve izleyicinin bakış açısı farklı olmak zorunda olduğu için yeni’yi sezmek zorlaşır. Bu noktada bir basamak daha yükselerek bir sürü farklı bakış açısının üstünde bir “fark etmek” kavramı olduğunu sezeriz. Bu fark ediş bir sürü farklı bakış açısının olduğunu,bir bakış açıları topluluğu olduğunu fark ediştir. “Ve hiçbir zaman ulaşılamayacak olan hakikate yöneltilen,atılan bir sürü bakış” içinden“yeni” olanı bulup çıkarmayı sağlayan “fark-ediş”tir.






Bu fark-ediş’in oluşması ise birikime bağlı bir süreçtir. Bir Hollandalı üçüncü tür bilgiye (bu bilginin içinde “yeni”yi fark etmek de mevcuttur şüphesiz) ulaşmanın yolunun olabildiğince fazla şey hakkında bilgi ve fikir sahibi olmaktan geçtiğini söyler. Bu bir sürü şeyin içinde bir sürü bakış açısı olduğunu da belirtmeye gerek yok sanırım. Bütün şeylerin bakış açısı sonuç olarak nereye mi varır? Bunu bilmek kolay değil. Ama en azından bütün bakış açılarının temel güdü olan arzudan beslendiğini varsayarsak (ve arzunun sonsuz bir şey olduğunu hatırlarsak) bir sonsuzluk düşüncesine varırız. Sonsuz olan yaşamdır. Ölümün bir sınır olduğu hayattan farklı olarak yaşam başı ve sonu belirsiz sonsuz bir durumdur. Anlık hamlelerle hayatın içine sızar ama sadece “an”dır bunlar. Bir filmden bir an. Bir karşılaşmadan bir an. An sürer ve yaşama karışır. Yaşam da sonsuz olduğuna göre bir “an”ı oluşturmak dolayısıyla bir yaşam oluşturmak düşüncede yeni alanlar açmayı gerektirir. Sinema işte bu yüzden yaşamla şartlanmıştır. Bir filmin yaşama karışması için bir sürü bakış açısı ile donanımlanmış olması şarttır. Sonraki süreç ise bir filmin içindeki yaşamı fark etmektir. Bu da seyircinin filme katılımını ve uzun süreçte üretici bir özne olmasını gerektirir. Ama bunlar tabii ki Mauvais Sang gösterimi sırasında ne yapacağını bilemeyip,oturup blog’a bunları yazan adamın düşüncesidir.


Yani demek istediğim Öğleden Sonra Aşk farklı bakış açılarının tek bir film üzerinden nasıl farklılaşacağını görmek için iyi bir deneyimdi. Ama bu da bilgiye ulaşmanın denyimlerden geçtiğini elbette ve kesinlikle ,ama şöyle, ama böyle göstermez. Göstermez. Neyse. Mutlu Geceler.

Hiç yorum yok: