27 Eylül 2012 Perşembe

Unutup Çıkalım Diyorduk İşte. Çıkalım Diyordum. Çıkalım Diyorduk. Haydi Çıkalım. Nereye Ama Nereye?


Geçtiğimiz günlerde Uğur Eymirli ile bir akşam yemeğinde bir araya geldik. Yemeklerimizi yerken Eymirli’nin kafasında bazı sorular olduğunu ve bu soruları az sonra –belki de o lokmayı yuttuktan sonra- bana soracağını çok iyi biliyordum. Kendi sorularım da vardı elbette ama onları erteleyip söze onun girmesini bekliyordum. Daha sonra balığından bir çatal daha alan Eymirli çatalını yavaşça tabağının yanına koydu, ağzını çiçek desenli ipek bir mendile sildikten sonra bana doğru bakıp bir cümle kurmak için hamle yaptı. Ama o anda ses tonunun nasıl olduğundan emin olmadığı için olsa gerek şarabından önce bir küçük sonra da bir büyük yudum aldı. İpek mendiliyle ağzını tekrar sildikten sonra kadehi elinden bırakmadan ve gözlerini de kadehten ayırmadan “Bu Fransız Filmleriyle nereye varacağını düşünüyorsun Rükneddin” dedi. Hazırlıklı olduğum sorulardan biriydi, o yüzden müstehzi bir ifadeyle gülümsedim ve şarap şişesine uzandım. Kadehimi yavaş yavaş doldururken, ona hiç bakmadan “Nereye varacağımı bilemem ama bildiğim bir şey varsa eğer o da bu yoldan bir daha asla dönmeyeceğimdir” dedim. Özellikle son kelimeye vurgu yapmam Eymirli’nin suratında bir sıkıntı ifadesinin oluşmasına neden oldu. Uzun uzun baktığı kadehini dipledikten sonra sertçe masaya vurdu ve ağzını yeniden sildiği ipek mendilini sertçe masaya attı. Sonra gözlerimin tam içine bakarak “Peki Yeni Alman Sineması ne olacak ha? Soykütüğüne girdiğin Macar Sineması peki? Sana mı kaldı abi Unutulmuş Fransız filmlerini yazmak. Bırak Dorsay uğraşsın, Alin Taşçiyan uğraşsın, sana ne oluyor Rükneddin, bizim işimiz bu değil” dedi.

Uzun uzun baktım Eymirli’ye, sonra da garsona elimle hesap işareti yaptım. “Hiç anlamıyorsun çocuk, onlar da anlamıyorlar” dedim elimle sokağı ve oradaki insanları, yani dünyada yaşayan diğer insanları kastederek. Bu sırada önüme gelen hesaba hiç bakmadan cebimden çıkardığım bir tomar parayı attım masaya, şarabı da iç cebime koyup Restaurant'ı hızlıca terk ettim. Kapıdan çıkıp önce kaşkolümü boynuma doladım sonra da sertçe paltomu giydim, bu hareketleri yaparken camdan az önce çıktığım Restaurantın içine bakmayı ve hüzünlü gözlerini bana diken Eymirli’ye “olmadı çocuk olmadı” bakışı atmayı ihmal etmedim. Önüme çıkan ilk taksiye bindim ve “Sahile çek” dedim.

Sahil tahmin ettiğimden daha soğuktu. Kaşkolümü biraz daha sıktım ve paltomun önünü ilikledim. Sahilde yürüyüp düşünmeye başladım. Elimde Restauranttan çıkarken aldığım Fransız Şarabı duruyordu. “Ah” dedim kendi kendime “Hem Fransız filmlerine laf edip beni Yeni Alman Sinemasına davet ediyor hem de oturduğu her Restaurant’ta Kadınları Seven Adam gibi Fransız Şarabı sipariş ediyor. Alman şarabı söylesene koçum. Söyle de gör ne bok olduğunu  Kiel güzeli seni” diye  düşünerek uzun uzun yürüdüm sahilde. Ne yapmalıydım yani? Neredeyse hepsinde Gerard Depardieu’nun oynadığı, kıymeti bilinmemiş, buralara gelmemiş filmleri unutmalı mıydım?. Bu filmleri bırakıp Alle Anderen gibi yok efendim Nachmittag gibi yavan Alman filmleri mi yazmalıydım? Hayır bunları tabii ki yapmayacaktım. “Yazmayacağım ulan yazmayacağım işte böyle Alman filmlerini” diye bağırdım denize karşı, sonra da şişeyi dipleyip denize fırlattım. Bir daha bağırdım ve dizlerimin üstüne çökerek “yazmayacağım, yazmayacağım” diye tekrar ettim.

Sahilden eve kadar uzun uzun yürüdüm. Eve geldim. Bilgisayarımı açtım. Sinirim biraz geçmişti. Zaten Eymirli de boş durmayıp “Bak tekrar konuşalım. Böyle yapma. Ben senin iyiliğini istiyorum. Lütfen tekrar konuşalım. İncitmeyelim birbirimizi” şeklinde mesajlar atmıştı bana. Ben de ona “Başka zaman” diye cevap yazdım ve telefonumu kapatıp koltuğun üstüne attım. Klasörler arasında dolaşırken Filmler klasörüne doğru bir hamle yaptım. Bu klasör içinde dolaşırken de “İzlenen” başlıklı bir başka klasör açtım. Ve burada sevgili dostlar, uzun süredir izlemediğim, ama nedense herkesin bildiğini sandığım, oysa yine yeni yeniden öyle çok kimsenin bilmediğini fark ettiğim bir başka unutulmuş  Fransız filmine denk geldim. Play tuşuna basıp Gom Player’da filmi izlemeye başladım. Filmi izledikçe ve o güzellikleri hatırladıkça tekrar telefona sarıldım ve telefonu açıp Eymirli’ye mesaj attım “Peki ya Barocco ne olacak genç adam? Ha? İzledin mi bakalım sen bu filmi de öyle masa başı artistlikleri yapıyorsun. Ya da yaz bakalım Google’a, hakkında Türkçe bir kaynak var mı. Bak hadi bak!” şeklinde sitemkâr bir mesaj attım. Yaklaşık 10 dakika sonra cevap geldi.:“Hayır. İzlememiştim. İnternetten de baktım. Gerçekten de hiç Türkçe kaynak yok filmle ilgili. Bak gel konuşalım. Ben tam olarak öyle demek istemedim. Sadece kendini sınırlamandan dolayı sitem ettim sana. Lütfen konuşalım. Lütfen.” şeklinde bir şeydi bu cevap. Telefonu tekrar kapatıp filme geri döndüm.
Evet yine Fransız Filmi yazmak gibi olacak ve evet yine neredeyse unutulmuş bir Fransız Filmini yazmak gibi olacak ama “Barocco”yu nasıl yazmayalım? Yine Gerard Depardieu’nun oynadığı, yine o güzel 70’li yılların ortalarında 1976’da çekilmiş, Depardieu’nun yanında bu dünyanın en güzel kadını Isabelle Adjani’nin yer aldığı bu filmi nasıl unutalım?

Bir boksör var sevgili dostlar, bu boksörün adı Samson. (Depardieu) Çeşitli politik dalaverelerin içinde sıkışıp kalan, kafası karışık, nişanlısı Laure ile birlikte biraz da pis bir iki işe bulaştıktan sonra kazandığı büyük parayla buralardan çekip gitmek isteyen bir boksör üzerine olan bu film iki yönde ilerliyor diyebiliriz. Bir yanda siyasi bir gerilim filmin içinde akıp gidiyor. Seçimler yaklaşırken kendi adayının kazanmasını isteyen bazı güçler, -hem medya güçleri hem de mafyatik güçler- bazı dalavereler çeviriyorlar. Filmin siyasi durumu bu damar üzerinden akarken bir diğer yanda bu politik dalaverelerin arasında kalan Laure ve Samson üzerinden süren bir aşk hikâyesine tanık oluyoruz. Laure ve Samson aldıkları parayla birlikte kaçmaya çalışırken tam da tren garına yaklaştıklarında Samson gözünden vurulmak suretiyle bir cinayete kurban gider ve Laure büyük bir miktarda parayla ortalıkta kalakalır. Samson’un öldürülmesi medyanın da desteğiyle politik manevraların bir sonucu olarak görülürken Laure durumun hiç de öyle olmadığını fark eder. Zira canım Boksörümüz, Laure’nin nişanlısı Samson’un katili aniden ortaya çıkar ve Laure’den paranın yerini söylemesini ister. (Bu arada Samson’un katilinin adını hiç öğrenemiyoruz. Ama bu durumun da bir hikmeti var sayın okuyucu. Az bekleyiver) Laure artık hayattan bıkmış biri olarak Samson’un katiline ne boyun eğer ne de onu polise şikâyet edip tutuklanmasını sağlar. Olaylar böyle sürüp giderken Samson’un katili en sonunda Laure’nin evine yerleşir ve ev arkadaşını falan da etkisi altına alarak parayı aramaya devam eder.

Ama bu filmi unutulmaz kılan şey şu ana kadar anlattıklarımla ilgili değil. Olay şu ki Samson’un katilini de yine –hafif saç rengi ve kılığı değişmiş biçimde- Gerard Depardieu oynuyor. Yani kısacası katili kurbanına epeyi benziyor. Laure de bu benzerliğin farkında olacak ki onu ihbar etmiyor ve anlıyor ki bütün bu cinayetin, kargaşanın sebebi para değil. Samson’un katili Samson’u ve onun sahip olduklarını ve bu sahip oldukları içinden özellikle de Laure’yi çok kıskanıyor ve onun hayatını yaşayabilmek için boksörümüzü yani Samson’u öldürüyor. Ve ve ve, filmin sonlarında, o sonlarında, Laure gidiyor eczaneden bir oksijen suyu alıyor, daha sonra Samson’un evine gidip birkaç eşyasını alıyor. Sonra kendi evine gelip önce oksijen suyuyla Samson’un katilinin saç rengini açıyor sonra da Samson’un giysilerini ona giydirerek yeniden bir Samson yaratıyor ve onu da alıp buralardan gidiyor.



Andre Techine, belki de bu tek güzel filminde olup biten her şeyi bir işarete çeviriyor. Birçok filme yapılan referans (Mesela o gözden vurulma sahnesi bir Hitchcock filmine göndermeymiş), filmin özellikle sanat yönetiminde adını türettiği Barok üsluba yavaş yavaş yaklaşması, filmde Fransa’nın o an içinde bulunduğu kaotik durumun  genel geçer bir durum olarak değil tüm dünyaya sirayet eden bir evrensel alçaklığın lokal bir sunumu olarak gösterilmesi, Katil –Kurban gibi ikilemlerin sosyo ekonomik koşulların esnekliğine bağlı olarak değiştiği ve bu iki kavramın da aslında homojenleştiği (iki Depardieu üzerinden böyle bir okuma yapabiliriz), arada bir farkın özellikle de ahlâki bir farkın kalmadığının özellikle vurgulanması bu filmi bir Başyapıt seviyesine çıkarmamızı kolaylaştırıyor.

Amacımız “ Unutmadık Unutturmayacağız” gibi bir durum yaratmak değil. Ki bu “Unutturmayacağız” dan daha aptalca bir söylem de yoktur sanırım. Başkalarının bilmediği filmlerden bahsederek ya da başkalarının bilmediğini zannettiğimiz filmlerden bahsederek bir yere varacağımızı da elbette düşünmüyoruz. Bu filmler unutulmamalı derken sadece bir kayıt alma çabasına giriyoruz. Yoksa bunlar elbette unutuldu, unutulacak. Biz sadece elimizde olmayan bazı sebeplerle bu filmleri unutmuyor ve yazıyoruz. Bunu da ne birileri izlesin faydalansın gibi didaktik bir sebepten ne de kimse yazmamış biz yazalım ilk olalım gibi bir “öncü olalım” hevesinden yapıyoruz. Tek sebep diyorum ya, unutmuyoruz. Bu çok basit aslında, unutmuyoruz ve kayıt altına alıyoruz. Bir tür kader ya da takıntı. Ufak tefek şeyleri ya da diğer bazı şeyleri unutmamak gibi bu filmleri de bir türlü unutmamak. Durum böyle olunca ne gelir elimizden karşılaşmaktan başka. Biz de böyle yapıyoruz, bu gözükmelerin arasındaki boşluklarda sürekli karşılaşıyor ve unutmuyoruz..

Hiç yorum yok: