28 Eylül 2012 Cuma

Çünkü Hepimizin Bildiği Gibi Oradaki Balkondan Bakıldığında Hep

Hep bir şeylerin bize başka bir şeyi düşündürmesi, başka bir şeyi hatırlatması gerekir. Normal şartlar altında, bu verililiğe uymayan durumlarla karşılaşıldığında, en başta ortaya çıkan şaşkınlık zamanla yerini derin bir güvensizlik hissiyatına bırakır. Ama bu “normal şartlar”ın yokluğu, hepimizi evlerimizde çoğu zaman güvende hissettiren şeydir. Düşünce düzeyinde, hiçbir şey yoktur ki, herhangi bir şeyle hiçbir düzlemde ilişkilenemiyor olsun. Doğal olarak, bağıntı kurmadan ilerleyebilen bir kavram, bir düşünce olmadığı gibi, bağıntı kurmadan pelikülde zuhur bulabilen bir imaj da yoktur. Bütün bunların yanında, İngiltere topraklarında bir bakıcının yanında yetişen Roeg’in sinemaya adım atmasıyla birlikte ilişkilendiği sayısız durum da vardır.



A – Insignificance (1985) ve muazzam afişi

     
 
Vakti zamanında bir Alman sinema dergisinin yapmış olduğu tuhaf bir listeye, Tek Kelimelik Film Adları İndeksi’ne, yapılan bir baskı hatası sonucu “L” harfinden girme gibi bir absürtlüğe maruz kalmış olan bu Roeg filmi, sabaha karşı saat üç buçuk sularında akla bir kere düştü mü, insanı saate aldırmadan çorbacı yollarına düşürecek güce sahip olarak, gerçek ile birlikte oralarda bir yerlerde bizleri gizlice bekliyor. 


Einstein, Monroe, McCarthy, Dimaggio dörtlüsünü ilginç bir kurguyla aynı otel odasına yerleştiren Roeg, kurduğu film ile pek tabii, bilimsel etikten tutun da, Amerika’nın abartılı komünizm korkusuna varana kadar oldukça geniş bir skalada eleştirilerde bulunuyor ve politik konumunu belli ediyor. Fakat bana göre, filmin asıl olayı, bu eleştirel tutumu olmadığından, buraları beni pek ilgilendirmiyor doğrusu.

  
Benim ilgilendiğim şey, Roeg’in burada, birbirleriyle bir şekilde karşılaşan dört insanın “durum”larını çizmekten başka bir şey yapmıyor olması gerçekte. Evet, filmin 1 saat 48 dakikalık süresi boyunca, resmi olarak isimleri kullanmadan, pastel tonlarda durum tasviri yapmaktan başka bir şey yapmıyor kendisi, ne mutlu ki. Sadece portreler çiziyor ve durumlar sunuyor, bir nevi karakter-imaj ikiliğini kuruyor. Sürekli olarak konuşan ve sürekli olarak bir şeylerle karşılaşan, yani bir şekilde ilişkiler kurup duran karakterler, film boyunca her hareketleriyle birlikte yeni imaj biçimlerine kavuşmuş oluyorlar. Bu biçimler, akabinde gelen yeni olaylarla da önce yok edilip sonrasında yeniden üretiliyorlar. Bu yıkım-üretim döngüsü, durumların sunuluş biçimiyle doğrudan alakalı olarak film boyunca sürüp duruyor. Filmden sonra ise elimizle tutabileceğimiz tek şey Roeg’in politik tavrı değil de arkasında bıraktığı “durum”lar oluyor. İşte vaziyet buyken, çokça rastladığımız dümdüz politik tavırlardansa, böyle nadiren görebildiğimiz şeylerle ilgilenmek daha makul olanı oluyor bana göre.   




Zaman zaman beden üzerinden verilen “durum”lar, bakan taraf için salt cinselliği anımsatıyor gibi görünse de, daha çok “karşılaşma” ve “bağıntı/ilişki kurma” kavramlarının bir tezahürü olmaya çabalıyor aslında film içinde. Bu bağlamda, “dokunma” eylemi ve beden kullanımı da karakterler açısından bir ifade biçimine dönüşüyor zamanla. Bunları gördükçe insanın aklına ise şu soru geliyor: “Roeg’in bu tavrı, görüntü yönetmenliği geçmişinden gelen bazı garip ve sevilesi huylarının, yönetmenliğinde karşılık bulmuş hali değildir de nedir daha başka?”. Ve bu ve bu gibi sorular cevapsızlığını koruduğu sürece Roeg’in film üretiminin devam etmesini ummaktan başka bir seçeneğimiz kalmıyor haliyle.


Bir şeylerin hep başka bir şeyleri hatırlatması, izleyenleri oraya yönlendirmesi konusu ise Roeg’in film yapma pratiklerinden biri sanırım. Filmlerinin eklektik ve yapıştırma/yapay gibi duran yapısı içerisinde, hiç beklenmeyen anlarda, izleyenleri bir anda “pembe dizi” estetiğine boğup ardından da tuhaf yabancılaştırma efektlerine başvurması, bunların ardından da filmi kaotik bir atmosfere bürümesi ve mizahi unsurlar eklemesi gibi şeyler birkaç dakikada olup bitebiliyor. Böylelikle Roeg’in sıradan bir film yapmak öbeğine duyduğu antipati, filmlerini beylik film gramerlerinden soyutlaştırmasını da sağlıyor. Kullanıla kullanıla klişenin Hulk Hogan’ı olmuş olan “nesneden anıya” formülünü bile film içerisinde, bir şeylerin nedenini anlatmak için değil de “durum” tasvirlerinin bir uzantısı olarak kullanmak gibi bir hamleye kalkışıyor. İzleyiciyi nesnelerden yola çıkararak, karakterlerin geçmişlerinden alınan kesitlere göndermek; bazı neşriyatlarda bahsedildiğinin aksine insanı psikanalitik çözümlemelere yönlendirmiyor aslında. Sadece ölü bir alanı işaret ediyor. Artık rahat bırakılması gereken bir Fransız düşünürünün de dediği gibi: “ölü psikanaliz, haydi çözümleyiniz”     
   



Filmdeki diyaloglar ise, birincil yönüyle, yoğun bir şekilde bilimi ve etiği nitelemek gibi ya da politik tavrın bir tezahürü olmak gibi şeylere kalkışırken; izleyiciye daha başka ve ulvi şeyler sunuyor diğer düzeylerinde. Tahmin edilebileceği üzere, anlamak dediğimiz şey, dünyayla kurduğumuz ilişki biçimlerinden sadece birisidir. O biçimlerin bir düzeyidir. Aktrisin, profesöre kendince somutlaştırdığı haliyle (oyuncaklarla, el fenerleriyle vs.) izafiyet teorisi anlattığı sahneyle birlikte; benim pek bayıldığım, ama üniversiteye geldiği ilk sene yurtta kaldığından dolayı Cnbc-e izleyememesine bağlı olarak mizahı rafa kaldırmış olan Rükneddin’in hep “meeh” dediği, o güzelim Anglosakson komikliği ayyuka çıkıyor. Ve aynı zamanda da bu müstehzilikle beraber, anlamsal düzeye ve bu düzeyde kurulan ilişkinin nasıl oluştuğuna dair düşünceler de ortaya konuluyor. Bu düşüncelerin imlediği, işaret ettiği şey ise; biraz yukarıda değinmiş olduğum söz grubu: dünyayla kurulan ilişki biçimleri. Oradaki şey, anlamsal düzeyin daha yukarıdan bir yerden ele alınarak diğer düzeylerin de örtük bir şekilde gösteriliyor, sezdiriliyor olması aslında. Hem de ikincil bir yoldan.   


Neyse ki, işte tüm bunlar ve tüm Roegler, böyle güzel ve az rastlanan şeyler. 




Hepsiyle birlikte, ikincil kaynaklara olan inanç da, adını koyamadığımız bazı koşullarda hiç akla gelmeyecek şekillerde ve zamanlarda, yine hiç akla gelmeyecek sürelere sahip olarak kendini gösterebiliyor. Mesela geçtiğimiz aylarda, Rükneddin tek odalı ve bol hacimli evinde sabahlara kadar oturup her zaman olduğu gibi türlü türlü yazılar yazarken –özellikle de bol Fransız filmli yazılar–, ben ise yine bu “ikincil kaynak” şeysine tutulmuştum. Arka arkaya gelen Fransız filmlerinin üstümde bıraktığı etkiden kurtulmak için Rükneddin’e resti çekip “Ben B filmlere dönüyorum.” demiştim. Fakat bu sefer; eskiden yaptığım gibi açıp B film etiketli bir film izlemek yerine, Avustralyalı bir adamın yaptığı, içinde Tarantino’nun da yer aldığı, Filipinler ve Avustralya yapımı B-filmler üzerine yapılmış birkaç belgeseli, sonra da 70’lerin İtalyan suç sinemasına değinen bambaşka bir belgeseli temin edip izlemek, kütüphanede konuya ilişkin kitap aramak vs. gibi şeylere girişmiştim farkında olmadan. Yani istediğim dönüşü tam anlamıyla gerçekleştiremediğimle kalmıştım. Mahrum kaldığım B film yaratıcılığı da cabası.


Fakat her şeye rağmen Roeg, her bir şeye dolaylı yoldan, içinde bulunamadığı kıta avrupa’sında o bütün varlığıyla.

Hiç yorum yok: