25 Mart 2013 Pazartesi

Gâvur Buna Just Kids Diyor


Öyle sanıyorum bir filmi sevmek için onda kendinizle ilgili bişeyler bulmanız gerekir. Beğenmek demiyorum. O apayrı bir şey. Baya bildiğin sevmek işte. Mesela yazmıştık Ah Güzel İstanbul’u çok seviyoruz diye. Niye? İyi bir film olduğu için mi? Tam olarak değil. Sadri Alışık olduğu için, sanat müziği olduğu için, rakı olduğu için, için.


Şimdi bir film düşünelim, içinde Rocky Horror Picture Show da var, The Smiths de var, Salinger da var, David Bowie de var, doksanlar da var. Şimdi biz nasıl sevmeyelim bu filmi? Ama şöyle de bir şey var;  bu film saydığımız durumların dışında da gayet iyi bir bağımsız sinema örneği. The Perks Of Being A Wallflower’dan bahsediyorum tabii ki.




Catcher In The Rye’dan itibaren kötü bir şey oldu. Büyüme çağındaki bir insanı ele alan bütün film ve kitaplar –özellikle Amerika’da- bir şekilde Catcher In The Rye ile karşılaştırıldı. Kitabın seviyesine ulaşabilecek herhangi bir şey olmadığı anlaşıldığında ise yeni çıkan benzer içerikli eserler “Catcher In The Rye’dan sonra yapılmış en bilmem ne” diye sunulmaya başladı. Şimdi bir kere bu ayıptır. Böyle bir eleştiri modeli –ki kaynağı tabii ki kolaycılıktır- tümüyle faydasızdır. Kısaca diyorum ki, Catcher In The Rye ya da Salinger “orada” ve “öyle” dir. The Perks Of Being A Wallflower da “orada” ve “öyledir”. Nasıl ki bir gergedan ile ördeği aynı kulvarda değerlendiremiyorsanız bu iki olayı da aynı kulvarda falan filan.





Ve resimlerimiz eski fotoğraflara dönüşecek


Charlie, Patrick ve Sam adında üç gencimiz var.

Filmin konusunu, falanını her yerden öğrenebilirsiniz, ben direk meseleye geleceğim, mesele şu: Hayat biter dostlar. Bunu herkes biliyor değil mi? Ama tekrar etmekte fayda görüyorum: Hayat biter. Bu film de birazcık bu. Çünkü hayat dediğimiz şeyin yaşanabilir kısmı bir başlangıcındadır bir de sonunda. Şimdi bu laftan: “Ömrümüzün en güzel yıllarıymış o gençlik, o çocukluk” türünden Flaubertvari bir neşeli çıkarım yaptıysanız yanılıyorsunuz. Çünkü öyle değil. Ne çocukluk ne de “ilk gençlik” (ne saçma laf di mi, “ilk gençlik”, ayçiçek yağı markası gibi) güzel şeyler değildir. Bu film ve kitap da fazlasıyla basitleştirilen ve gelip geçecek bir “ergenlik” olarak sunulan durumu aslında bir anlamda “hayatla tanışma” denen şeyin ta kendisi olarak sunuyor bizlere. (Bu arada ergenlik saçmalıkları ile ilgili şöyle bir problem var; bu dönem gerçekten de hayatımızın en saçma davranışlarını sergilediğimiz, mallaştığımız bir dönemdir. Ama aradaki farkı gözden kaçırmamak lazım, ergenlik dönemi mallıkları ile aptallık arasında ciddi farklar vardır. Ve o dönemi “yea ne aptalmışız ha” diye hatırlamak aslında geçmemiş bir aptallığın göstergesidir. Yani demek istiyorum ki, bir insan ergenlik döneminde ne kadar aptal ise 70 yaşında da aynı şekilde aptal olabilir. Ama ne bileyim saça limon sürmek, üstünde isminizin yazdığı bileklik ya da kolye takmak “ergenlik dönemi mallıkları” dediğimiz şeylere örnek teşkil eder ve geçer. Eğer geçmemişse, işte o ergenlikle hiç alâkası olmayan bir aptallık durumuna tekabül eder. Ve o saatten sonra  yapacak bir şey de yoktur)






Sing me to sleep

Bir adam varmış. Bu adam mutlu bir evliliğin ardından eşini ve üç çocuğunu terk etmeye karar vermiş.  50 yaşında, boşanmış ve üç çocuk sahibi biri olarak o güne kadar hayatta hiçbir şey yapmadığını fark etmiş. Bunun üzerine okuduğu bir kitaptan etkilenmeye başlamış. Bu kitabı okuduktan sonra geçirdiği çeşitli duygusal durumların ardından evini ve bütün paralarını yakmaya karar veren adam bu eylemlerini gerçekleştirdikten sonra “akli melekelerinin yerinde olmaması nedeniyle” ruh ve sinir hastalıkları hastanesine yatırılmış. İlk günlerinde çok neşeli ve hayat dolu olan adam 3. Haftadan itibaren uyku saatlerini artırmaya başlamış. Öyle ki bir Fil’i bile uyuyabilecek duruma gelen adam maraton halinde günlerce uyuma alışkanlığı elde etmiş.  Bölgenin doktorları çare bulamayınca yurt dışından çeşitli hekimler çağrılmış ve adamı alıp geldikleri yurt dışına götürmüşler. Toplamda 4 kıtayı gezen adam bu süre zarfında hiç uyanmamış. Bunun üzerine adamı öldürmeye karar veren hekimler adamı betondan bir tabuta koyup denize atmışlar. Aradan yaklaşık 20 yıl geçmiş, betondan tabut bir teknenin ağlarına takılmış. Balıkçılar güç bela tabutu kırınca içinde 20 yıldır uyuyan adamı görmüşler. Ne bir yaşlılık ne de herhangi bir pozisyon değişimi. Uyuyan adam yöredeki bir ağaç eve götürülmüş. Balıkçılar ve aileleri ayda bir iki eve gidip adamın üzerini örtmüş ya da giysilerini değiştirmişler. Bu ziyaretlerden birinde adamın mırıldandığını fark etmişler. Başlarda horlama sandıkları şeyin bir ezgi olduğunu anlamışlar. Yörenin üniversiteli çocuklarından biri uyuyan adamı ziyaret ettiğinde bu mırıldanmaların hangi şarkıya ait olduğunu keşfetmiş. Şarkıyı hemen mp3’üne atmış ve kulaklıkları uyuyan adama takmış. Adamın 25 yıldaki tek vücut değişimi o zaman yaşanmış ve yüzünde gülümse diyemeyeceğimiz, ama onun gibi bir şey, ama bak gerçekten gülümseme diyemeyeceğimiz bir gülümsememsi bir şey yerleşmiş. Yöre halkı mp3’ü adama bağışlamış ve bitmeyen bir pil alıp şarkıyı 7/24 dinlemesini sağlamışlar. Adam hâlâ aynı yörede.  Hâlâ uyuyor. Yaşı 1935’ ten sonraki bütün yılların toplamı. Yengeç burcunda.




Bu gerçekten oluyor. Ben buradayım.


Filmin uyarlandığı kitap bizim dilimize çevrilmedi. Fakat Amerika’da çoktan bir “klasik” olmuş. Yani buradan bakınca öyle görünüyor. Böylesine içselleştirilmiş kitapların uyarlamaları her zaman problemli olur. Genelde de başta yönetmen ve oyuncu kadrosu olmak üzere bütün ekibe küfredilir ve kitap yeniden baş tacı edilir (Mehmet Açar’ın Beyaz Perde’lerden birinde “Yetenekli Bay Ripley” filmi için konuşurken “Kitaba ihanet denen şey bu galiba. Ne diyeyim? Allah belalarını versin mi diyeyim ne diyeyim?” türünden bir şey söylediğini hatırlıyorum). İşte bu sakıncalara toptan bir önlem almak için olsa gerek kitabın yazarı Stephen Chbosky direk filmin yönetmenliğini de üstlenmiş.


Kitabı okumadığımız için ne kadar sadık bir uyarlama olduğunu bilemeyiz. Şimdilerde Püren Özgören olsa gerek, kitabı dilimize çevirmeye başlamış deniyor . Her neyse. Filmin uyarlama tarafı “buram buram” edebiyat hissi yaratmasıyla ortaya çıkıyor aslında. Yani birçok diyalog, birçok sahne etkileyici paragraflar olarak da gözümüzün önüne geliyor. Mesela Sam’in Milkshake yaparken Charlie’nin hayattaki tek arkadaşı Michael’ın intiharından bahsettiği sahne ya da Charlie’nin dayak yiyen Patrick’i kurtardığı sahne vs. bizde çeşitli “edebi” hissiyatlar bıraktılar. Bunlar da aslında güzel şeyler.




Ve o anda, yemin ederim, sonsuzuz.



Bu film gösterdiklerinden çok bahsettikleriyle etkileyici olmayı başaran bir yapıya sahip. Mesela Charlie’nin çocukken başına gelenleri hiç görmüyoruz. Ya da Sam’in belki de Charlie’den bile daha beter geçen çocukluğuna dair sadece bir iki diyaloga şahit oluyoruz (11 yaşındayken babasının patronuyla yaşadığı ilişki mesela. Şöyle bir iki saniyede geçiştiriliyor filmde).

Kaygan zeminde ayakta durmaya çalışan çocukların filmi bu. En ciddiyetsiz gözüken Patrick’in bile filmin sonlarına doğru duygularına yenik düştüğü bir film. Bir tür “Just Kids” durumu. Lakin bu tekrar ediyorum neşeli ve hareketli bir “Just Kids” durumu değil. Hiç öyle olmamıştır. Bilen bilir.





Ben olsam adını "sıkıcı gölette" koyardım



Ve doksanlar.


Şimdi bu seksenlerde çocuk olmak işte yetmişlerde su topu olmak falan meselesi çıktığından beri doksanlar da bir tür nostaljiye maruz kaldı. Seksenlerin üst baş modası hep gülerek hatırlandı. Yetmişlerin dans biçimleri ya da çiçek çocukları gülümsenerek hatırlandı. Şimdi aynısını doksanlara da yapıyorlar. Ama yanlış, çok yanlış. Doksanlar ne tatlı bir tebessümle ne de ona benzer bir şeyle hatırlanacak bir şey değil bence. Müziği depresif, çocukları kayıp, kıyafetleri yırtık pırtık. Bu Amerika’da değil buralarda da böyle oldu. Eroin dediğimiz (eski sağlık bakanı Osman Durmuş “oroyin” derdi) şey en çok doksanların çocuklarını alıp götürdü. Bir şey vardı tam olarak anlamadık ama vardı. Hayat doksanlarda fazlasıyla tuhaf ve hüzünlüydü.

The Perks Of Being A Wallflower da doksanların bütün o “durumlarını” içinde barındırıyor. Mesela kaset doldurup paylaşma durumları. Allah’ım o nasıl bir kaset sevgisidir. A yüzünde Kayahan olan bir kasetin B yüzünden Megadeth çıkabilirdi mesela. Ya da Mustafa Sandal’ın şahane albümü Suç Bende’nin B yüzünün ikinci şarkısı birdenbire Rain When I Die olabilirdi. Ve bunlar da her yerde dolaşırdı. Kimin doldurduğu belli olmayan kasetler elden ele gezerdi. O yüzdendir ki müzikte çokseslilik doksanlarda başlamıştır. O çocuklar Sinan Peker ile In Flames’ı aynı kaset içinde dinleye dinleye büyüdü ve hepsini aynı anda sevebildi. Doksanlarda ne Winamp’a ihtiyaç vardı şarkıları karıştırmak için ne de Gom player’a.




Filmde de özellikle Charlie ve Sam birbirlerine doldurdukları kasetleri veriyorlar. İçinde Nick Drake ve elbette The Smiths olan kasetler. Partilerde falan birbirlerinin kasetlerini çalıyorlar. Filmin özellikle sanat yönetiminde de şarkıların yarattığı havaya eşlik eden bir renksizlik var. Öykü zaten güçlü üzerine şahane şarkılar ve iddiasız, olduğu gibi yani şahane bir sanat yönetimi. E daha ne.

“O çocuklar büyüyecek” bunu tabii ki biliyoruz, onlar da biliyor. Charlie filmin sonunda bir gün hepimiz birilerinin anne babası olucaz ama şimdiden, daha 17 yaşına girmişken 16 yaşında olmanın nasıl olduğunu unutanlar var diyor.

Bunlar zaman açısından bakarsak elbette geçecek. Zaman geçecek. Bunların bazıları unutulacak. Bazıları unutulmayacak. Brad unutacak belki ama biliyoruz Patrick unutmayacak. Ya da Sam unutsa da Charlie unutmayacak. Zaten onlar unutmayı bilselerdi bu işleri bırakıp mutlu kişi olurlardı.














Hiç yorum yok: