11 Mart 2013 Pazartesi

Bak Ben Seni Nerenden Kurtaracağım Şaşacaksın


2012’de her yıl olduğu gibi çok şahane filmler ülkemize uğramadı. Aslına bakarsanız 2012 öyle müthiş bir yıl değildi. Tıpkı 2010, 2003, 1998 ya da 1779 gibi. Ama sinema açısından baktığımızda 2012,  kıyıda köşede kalmış çok şahane filmlerin yılıydı .

Ursula Meier etrafımızda çok bulunan bir yönetmen değil. Ki öyle ahım şahım bir yönetmen de değil. Filmleri vasatın üzerine pek geçmez.  Ama 2012’de durdu  durdu ve L’enfant D’en Haut ( Yukarıdaki Çocuk) ile sonunda masaya yumruğunu vurdu.



Çocuk filmi ile “çocukluk” filmi arasındaki farklar üzerine epeyi ahkâm kestik buralarda. Sadık okuyucular hatırlayacaktır;  demiştik ki mesela Harry Potter’a çocuk filmi diyebilirsin, kimse de çıkıp “nasıl ya” falan demez. Ama mesela bir Where The Wild Things Are filmine “çocuk filmi” dersen başına kötü şeyler gelebilir (Fiziksel olarak). Ya da Capote çocuklar üzerine kitaplar yazar ama ona “çocuk kitapları” yazıyor diyemezsin çünkü şöyle bir şey var ki, Capote’nin yazdıkları çocuk kitapları değildir abi. Çocukluk kitaplarıdır. Kısaca şöyle özetleyelim: Çocuk kitapları çocukluğu bir dönem, bir neşe ve saflık çağı falan filan olarak alır ama çocukluk üzerine yapılan filmler ya da yazılan kitaplar çocukluğu yaşanıp bitmiş ve bir daha geri gelmeyecek bir hayat olarak ele alırlar. Yani çocukluktan yetişkinliğe geçiş diye bir şey yoktur bu eserlerde. Çocukluk doğar, büyür ve ölür. Geriye de aptal bir ergen kalır. Böyle.

Açıklamayı yaptığımıza göre L’enfant D’en Haut’u bodoslama “çocukluk filmi” olarak kabul edebiliriz. Filmde bahsi geçen Yukarıdaki Çocuk ise Simon. Her gün teleferiğe binip yakınlardaki bir kayak merkezine çıkıyor. Orada bulduğu kayak gereçlerini çalıp fahiş fiyata  başka insanlara satıyor. Bir anlamda evine ekmek getiriyor. “Ablası” ile birlikte yaşayan Simon, evi geçindirmek durumunda, zira ablası duygusal açıdan zayıf, peşine takıldığı erkekler yüzünden hasar görmüş, yarı alkolik bir kadın. Ki daha sonradan anlıyoruz ki bu abla aslında Simon’un annesi. Onun doğmasını hiç istememiş. Sırf birilerine inat olsun diye onu doğurmuş. Ama erkek arkadaşlarına bunu söylemekten utandığı için Simon’u arkadaşlarına “geçici süreliğine yanında kalan kardeşi” olarak tanıtıyor. Yani epeyi sorunlu bir ilişki bu anlayacağınız.

Annesinin Simon nefreti o kadar yoğun ki Simon annesinin yanında uyuyabilmek için ona bir miktar para vermek durumunda kalıyor. Simon hem annesini (bu arada Simon’un “anne” demesi de yasak “abla” diyor” hep) hem de kendini kurtarmak için elinden geleni yapıyor aslında. Ama bunun karşılığında annesinden tek bir şefkat kırıntısı bile göremiyor. Çamaşırları yıkıyor, eve yemek getiriyor, evi temizliyor, faturaları ödüyor ve bütün bunları 11 yaşında yapıyor ama annesi bana mısın demiyor.


Asıl kurtarılması gereken kişi Simon aslında. Ama bizim bu coğrafyada pek de anlayamayacağımız bu ilişki modeli yüzünden Simon ne kendisini kurtarabiliyor ne de annesini. Bizde anneler “fedakârlık” denen şeyle işte “sevgi” denen şeyle özdeşleşmiş kişilerdir. Haberlerde toplu kıyımlardan bile daha fazla kötülenen, aşağılanan bir haber varsa ya çocuğunu terk eden annedir ya da çocuğu ölsün diye ne bileyim doğar doğmaz tuvalete atan annedir. İşte bu tip şeylerden dolayı bizim Simon ve annesi arasındaki ilişkiyi anlamamız çeşitli hayret nidaları sebebiyle mümkün olmuyor. (Benim gibi bir adam bile filmi izlerken “ulan böyle anne mi olur arkadaş” diyebiliyor mesela. Genlere işlemiş şeyler işte).



Ama film bitince ve üzerine biraz düşününce anlıyorsunuz ki Ursula Meier’in derdi başka. Biz ne kadar seyirci konumundan anneyi suçlarsak suçlayalım o kameranın arkasında hem Simon’a hem de annesine aynı mesafede yaklaşıyor. Yani anneden bir kötülük abidesi, suçlu kadın portresi yaratmıyor. Aynı şekilde çocuğu da saf ve sevgiye muhtaç bir pozisyonda getirmiyor önümüze. Onları oldukları gibi “öyle” getiriyor karşımıza. Biz buralardan anneye kızıyoruz belki ama eminim medeniyetin beşiği Avrupa’da bu film başka bir gözle izlenmiştir.

Filmin ardından düşününce diyorduk.  İşte ben mesela film bittikten iki-üç gün sonra bir telefon kulübesinden çıkarken bu anneyi sevmeye başladığımı fark ettim. Bütün aptallığına işte mallığına rağmen “o da hepimiz kadar haklı” diye düşünmeye başladım. Annelik denen şeyin üzerine biraz düşündüğümüzde acayip kodlanmış, yüklenmiş ve istismar edilmiş bir şey olduğunu anlayabiliriz. Bu aslında annelik değil de direk kadınlığa yüklenmiş bir kod. Yani gülüm sen bir anneysen ve çocuğun için kendini feda etmiyorsan alçaksın, “kötü bir anasın” falan filan durumları yaratılıyor. İşte Ursula Meier de biraz da “kadın” yönetmen olduğu için bu işi ters yüz etmeye çalışıyor. Tamam “Oğullar oğulluktan sessizce çekilmesini bilmelidir” hakkaten. Ama bırakalım “Anneler de annelikten sessizce çekilme” opsiyonuna sahip olsunlar demeye getiriyor Ursula Meier.



Bir de çok acayip bir şey ama aslında bu filmdeki anne-çocuk ilişkisi şu bizim fedakârlık ve sevgi temelli anne-çocuk ilişkisi modelinden çok daha derinlikli bir yapıya sahip. Yani yüzeysel bağlılıklar, yapması gerektiği için yaptığı bir sürü davranışlar yerine gayet dürüst, içinden geldiği gibi davranan ve içten içe acayip tutkulu bir anne ve çocuk modeli var karşımızda.

İstismara çok açık olan böyle bir konuda soğukkanlılığını kaybetmeyip işini gayet güzel kotaran Ursula Meier, Berlin’de çok dikkate alınmasa da İzmir’de biz onu çok dikkatli bir şekilde takip etmeye başladık. Haberi olsun. 

1 yorum:

Moriçe! dedi ki...

Çocuk çaldığı eşyaları onda biri fiyatına bile satmıyor yani fahiş değil, evet ben de gıcık bir insanım elden ne gelir.
Bana göre çocuk ölesiye sevgiye muhtaç ve anne de bir o kadar çaresiz çizilmiş. Bilemiyorum, bakış açısı farkı mı demeli? Sırf biraz sevildiğini hissetmek için patron olan kadına yalan söylemesi, kayakta iken yine aynı kadının eşyalarına hiç dokunmaması, yer olduğu halde işe giderken bindikleri servisteki kadının "istersen kucağıma oturabilirsin." teklifini düşünmeden kabul etmesi ve açıkça annesiyle -ya da ablasıyla mı demeli?- uyuyabilmek için kazandığı tüm parayı vermesi bana göre oldukça acınası ve sevgiye muhtaç bir çocuk portresi. Ha diyeceksin ki patronun saatini çalmaya kalkıştı ya, onun da sebebi apaçık derim, annesinin kendisine göstermediği sevgiyi patronun bebeğine göstermesi Simon'un canını yakmış olmalı ki bunu yaptı.
Türkiye'deki anneler konusunda katılıyorum. Ama bu konuya uzun uzadıya girilecek hiçbir sebep yok. Biliyorsun işte.
Şimdi belki saçma gelecek ama abla anne teması nedense Baba ve Piç'teki teyze anne temasını anımsattı. Elif Şafak'ın bile değindiği bir konu, ne bileyim. Kendi öznel Elif Şafak bıkkınlığımı fırsat buldukça yansıtmadan edemiyorum.
Tüm bunları daha güzel cümlelerle ifade etmek isterdim ama hayat koşulları elvermedi.