15 Mart 2013 Cuma

Aras ve Meşrutiyet Ricali Veliefendi Çayırı'nda


I

Ben daha sonraki yıllarda bir Sasani vatandaşı olarak geldiğim Kuzeybatı İran’da bir sürü sıkıntılar eşliğinde yaşamımı sürdürüyordum. Sasani hükümetinin Persepolis Apadanası hakkında verdiği restorasyon kararını okudum papirüslerde. Sıkıntılı ortamdan biraz düzlüğe çıkmamı sağlayacak bu projede görev almak için can atıyordum. Koşarak hükümet binasına gidip satrapla görüşmek istediğimi bildirdim. Satrap beni odasına kabul etti. Biraz Seylan çubuğu içtik. Daha sonra ben konuya girdim ve böyleyken böyle çalışmak istiyorum dedim.

O gün beni işe aldılar.

Persepolis Apadanasını Restorasyon Çalışmaları
Hazırlayan: Emir Hakîm (M.Ö.32)



II

Marcel Proust üzerine yazdığımız şeylerde hep bir “Süre” kavramından bahsetmiştik. Bergson’dan alıp edebi bir noktaya taşıdığı bu kavramla Proust zamanın düzçizgisel yapısını kırıp, geçmişi bir blok halinde, toplu bir şimdide yeniden yeniden yeniden başlatıyordu. Böylece Geçmiş-Şimdi-Gelecek üçlemesi sürekli başlayan bir şimdiden yayılarak zamanın düzçizgiselliğini kırıyordu. Zaman artık geçip giden değil dönüp duran bir şeye dönüşüyordu.

Tarihin en önemli romanlarından olan Kayıp Zamanın İzinde işte bu zaman izleğinde dönüp dururken altıncı kitapta yani Albertine Kayıp’ın bir yerinde Proust belli ki kafasını epeyi kurcalayan bir soruyu Albertine’in ağzından soruyordu: (Bir yemek esnasında, unutulan anılar üzerine bir sohbette, Albertine ortaya sorar bu soruyu) “Peki rüyalarımızı ne yapacağız? Onlarla nasıl baş edeceğiz?” (Benzer bir soru Balzac’ın şahane öyküsü “Top Oynayan Kedinin Bahçesi’nde de vardır. Bu kez Augustine bir ressam ile tartışırken “Rüyalarımıza hâlâ erişemedik. Boyalar bunun için yeterli değil sanırım” diyerek ressamı bir anlamda eleştirir).

Proust her zaman olduğu gibi net bir cevap vermeden sorunun kudretinden faydalanıyordu. (Bu da Bergsoncu bir durumdur esasen. Önemli olan sorunu ve soruyu ortaya koyabilmektir). Öyle sanıyorum ne Proust ne Bergson ne de psikanaliz “tiyatroları” sırasında Freud bu soruya net bir cevap verememiştir. Durum Freud’un yaptığı gibi bir rüya yorumlaması biçiminde ele alınmıştır. Ama problem şu ki soru ya da sorun bu rüyaların yorumlanması değildir. Rüyaların kendisi, hayatın kudretini bile aşan rüyaları ne yapacağımız sorulmuştu.

Sinemada bu Rüya durumunu göstermek pek mümkün olmadı. “Bir uyandım ki rüyaymış” klişesinin yanında “Rüyalarımız gerçek de hayatımız mı yalan yoksa” türünden saçma soruların sorulduğu filmler çıktı karşımıza. İşte Inception, Rüya Bilmecesi vs. herhangi bir katkıda bulunmadılar rüyaları anlamak konusunda. Belki biraz Waking Life. O da Linklater hatrına yani.

İmajlar henüz bir “rüya” atmosferine ulaşmayı başaramadı dersek de bir adama ayıp olacak: Alexander Sokurov. Bu adamın bir Suç ve Ceza uyarlaması var  "Tikhiye Stranitsy" (Fısıldayan Sayfalar) diye. Bu film sanırım imajların rüya konusunda ulaşabileceği bir doruk noktasıdır.

Doğal olarak bir “E Tarkovski var, o ne olacak” diye sorulacaktır. Tarkovski bir Rüya imajcısı değildir, o daha çok bir “Uyku Hali” dediğimiz ve daha önce burada girmeye çalıştığımız bir durumun profesörüdür. “Uyanıklığım da bir tür uykudur benim” cümlesindedir Tarkovski sineması.

Rüya ile “Uyku Hali” dediğimiz şey arasındaki fark ise Gergedan ile Ördek arasındaki fark gibi bir şeydir.




III

Cemil Cem’in bir yağlı boya tablosu vardır. Bu tabloda Cumhuriyet öncesi dönemin ünlü yazar – şair vs.leri Veliefendi At Yarışları Çayırı’nda resmedilmiştir. (Tablonun adı: Meşrutiyet Ricali Veliefendi Çayırı'nda) Herkes doğal olarak birer tanedir fakat Samipaşazade Sezai iki tanedir. Zira şair Abdülhak Hamit’in karısı Lüsyen Hanım’a âşıktır.


IV

Sevgili dostlar, çeşitli sebeplerden dolayı 2013 yılına 3 ay gecikmeyle girdik biliyorsunuz. Yaşanan karışıklık bir zaman kaybına neden oldu şüphesiz. Araya karışan 2011 ya da son andaki atağıyla 2009 bizi epeyi zor durumda bıraktılar. Ama uzun süren mücadelemizin ardından Mart başında 2013’e girmeyi başardık. Yılın ortalarına doğru 1997 ve 2002 yıllarından bir darbe girişimi bekliyoruz. Ama bütün bunlara hazırlıklıyız.

Biliyorsunuz İzmir, yazın sıcağından, kışın ise yağmurundan çamurundan geçilmeyen bir bölgedir. Biz burayı kışın, çamuru ve yağmuru nedeniyle az da olsa severiz.

Şimdi bu 2012’de çok yağmur yağdı. Bir de çok rüzgâr esti.

Şimdi rüzgâr bu kadar çok esince bir sürü şey oluyor. Mesela Cemil Bey’in o sırılsıklam Samipaşazade’li tablosunu düşünüyor insan. Bunu düşünürken de çok amaçsız yürüyebiliyor. Ve yürürken Sharon Van Etten’in bir albümünü, aynı şarkıya tekrar tekrar dönüp durmaktan dinleyemediği oluyor.



Biliyoruz her şey bu filmlerden, kitaplardan. Biliyoruz insan yıllardır bununla. Biliyoruz bazı yerlerde, bazı güzel yerlerde bir avlu taptaze bir çaydanlığı gösteriyor.

2012’de bizi gerçekten heyecanlandıran şeylerden biri Fransız bir adamın çevrilmesini yıllardır beklediğimiz bir kitabının sonunda Türkçeye kazandırılmasıydı. Gerçi kitap 42 tl olduğu için henüz temin edemedik ama en geç kitap fuarına elimizde olacağına eminiz.

Kimi Lois Malle filmleri de kaldı 2012’den. Elbette Chantal Akerman ve Alain Tanner de. Onlarla ilgili söyleyeceğimiz şeylerin çoğunu söyledik zaten. Petzold’ün Barbara’sı bize iyi geldi. Fassbinder’in Despair’i ise bize kötü geldi. Ne Salinger’a ara verebildik ne Proust’a ne de Umutsuzlar Parkı’na. Ama 2012 her şeyiyle tam bir Beckett yılıydı.

Şevval Sam ve Fatih Erkoç’un Sanat Müziği albümleri şahaneydi. Sertab Erener’in Başbakan beğenili Sanat Müzüğü albümü ise en az 2012 kadar berbattı.  Blur – Harun Kolçak arasında gidip gelen müzik zevkimiz Tango With Lions  kucak açınca rayına oturdu.  Bu sene yine Fassbinder’i, River Phoneix’i, Can Aslandere’yi, Layne Staley’i, Hippiler Kraliçesi Perihan’ı, Seher Şeniz’i, Can İren’i, Boksör İsmail’i, Elliott Smith ve Nick Drake’i özledik.

En çok yaptığımız şey ise uyanmak oldu. En çok şaşırdığımız ve anlayamadığımız durum da bu oldu.

(Girdiği sınavlarda tarih atarken hâlâ 2007 ya da 2011 yazabilen tüm insanlar! Gelin birleşelim.)





Hiç yorum yok: