1 Nisan 2013 Pazartesi

Bring Me The Disco King


1

2013 ne sevgili yaptı arkadaş

Sevgili dostlar, daha önce yazmıştık 2013’e gecikmeyle girdik diye. Girer girmez de çeşitli tuhaflıklarla karşılaşmaya başladık. Sokaklar bir garipleşmiş, park başına düşen sevgili sayısı 3 katına fırlamış, sevgilisiyle fotoğraf çektirip profiline koyan genç kız sayısında patlama olmuştu. (Bu dünyada anlamadığımız çok şey var. Ama bir gün olur da yaradanın karşısına çıkarsak o bizi sorgulamadan önce şu dünya ile ilgili en çok merak ettiğimiz şeyi ona soracağız. Şöyle : Facebook profiline sevgilisiyle birlikte çektirdiği fotoğrafları koyan o genç kızlar, bize tam olarak hangi mesajı vermek istiyorlardı abi? Söyle sonra ister kıyameti kopar istersen de danone ye)

Bütün bunlar olurken biz sürece zarar gelmesin diye evde oturuyor, Canım Ailem izliyor ve yine Meliha gibi bir kadına hayran kalıyorduk. Meliha gibi olmadıkça sevgiliyi napayım diye hayıflandığımız da oluyordu sabah 5 sularında.

Durumlar böyle olunca ben de boş durmadım ve bir kamuoyu araştırması yaptırdım. (Bu konuda yardımlarını esirgemeyen apartman görevlimiz Süleyman abiye teşekkür ederim. ) İzmir’den Ankara’ya, Ankara’dan da Iğdır’a kadar çeşitli ekipler yaklaşık 3500 kişi ile görüştüler. Bu görüşmelerin sonucunda anladık ki 2013 acayip sevgili yapmış. Kış şartlarının önceki yıllara nazaran biraz daha hafif geçmesi, içkiye yapılan onca zammın ardından insanların çiftlerin tanışma ve kaynaşma yeri olan cafe’lerde birikmesi ve sigara içme yasaklarının mekânlar dışında biriken insan sayısını 15’e katlaması gibi sebeplerden dolayı 2013’ün ilk bölümünde sevgili olan insan sayısı geçen senenin aynı dönemine nazaran %73 artmış.

Bu çiftlerin hepsini kutluyor ve önümüzdeki sene yeni bir rekor kırmalarını diliyoruz.


Meliha gibi olmadıkça sevgiliyi napayım?




2

Dünyada böyle şeyler olurken biz yine filmler izledik. Bu filmlerden biri de Portekiz yapımı ve yine 2012’nin buralara uğramamış yekpare yapıtlarından biriydi.

Filmimizin adı, sevgili dostlar: Tabu. Şimdi bu filme böyle güzelmiş, harikaymış başyapıtmış falan demeyeceğim. Ama üstüne yazdığımıza göre bir bildiğimiz var değil mi? Var var. Şimdi bu film başyapıt değil ama sinema tarihinin kırılma yerlerinden birinde durduğu da kesin.



Miquel Gomes Portekiz’in ünlü film eleştirmenlerinden biriymiş. Tabu’ya bakınca da Sinema tarihini yalayıp yuttuğunu anlayabiliyorsunuz zaten. Filmin birinci bölümü olan “Kayıp Cennet”, Lizbon’da yaşayan 3 eksantrik karakter etrafında dönüyor. Bu ilk bölümün görsel estetiği Bergman ile Dagur Kari arasında bir yerde dururken acayip şekilde bir Kaurismaki hatta Akerman minimalizmine ve mizahına da yaklaşıyoruz. Sürekli yağan yağmurlar ve monologların ardından filmin ikinci bölümü yani “Cennet” başlıyor. Bu bölümde ilk bölümün sonunda hayatını kaybeden Aurora’nın gençliğine dönüyoruz. 60’larda Portekiz sömürgesi altında bulunan Afrika’da devam eden hikâyemiz bu defa sessiz sinema döneminin estetiği ve mizansenine sırtını yaslayıp bambaşka bir noktaya devriliyor.

Film gayet güzel bir absürd sinema örneğine dönüşecekken okunan aşk mektupları ile işin içine hakiki bir romantizm de karışıyor ve bizleri oturduğumuz yerde abandone ediyor. Bu filmin önemi de işte burada ortaya çıkıyor; yaratıcılık boyutu öyle bir seviyede ki sizin de eleştirirken benzer bir yaratıcılıkla davranmanız gerekiyor. Yani bu filmi “iyi” “kötü” gibi yetersiz kavramlarla değerlendirmek yerine ölçütlerinizi değiştirmeniz ve seyirci olarak üretici bir pozisyona transfer olmanız gerekiyor.

Film bazı bazı sıkıcı bile oluyor aslında. Talepkâr bir sinema çoğu zaman sıkıcıdır zaten ama ortadaki durumun orijinalliği filmden kopmanıza engel oluyor. Sonuçta bir timsahı bile romantik bir unsur olarak bünyesine sindirebilen bir filmden bahsediyoruz. İkinci bölümün soyutluğu arada masalsı bir boyuta ulaşsa da ilk bölümün melankolik yapısı ikinci bölümün bu soyutluğunu massediyor.



Sürekli filmin özelliklerinden bahsetmemin nedeni onu “hah işte şöyleymiş” diyebileceğim bir kalıba sokamayışım. Ve iyi ki de sokamıyorum. Siz de sıkılmadınız mı ne olup biteceğini önceden tahmin ettiğiniz ya da konu olarak çoktan cılkı çıkmış şeylerin yine yeni yeniden karşınıza çıkmasından. Yok popülermiş yok sanatsalmış bana sorarsanız Angelopoulos bile kendini hiçbir zaman yenileyemediği için klişedir. Hatta Bergman da. Godard’a niye laf atamıyoruz ya da Rivette yahut Akerman’a? Çünkü onlar durmadan farklı olanın peşinde koştular dostlar. Miquel Gomes de Tabu ile karmakarışık şeyler yapsa da “yeni” den yola çıktığı ve zorladığı kesin. İşte bu yüzden bir kırılmaya işaret ediyor. Umarım merkeze doğru harekete geçmez ve kendi sularında kulaç atmaya devam eder.

Not: Bu filme birkaç yönelim daha yapacağız yakında. Önce bizim de bir sindirmemiz gerekiyor.


3

Drink up baby

Bildiğiniz gibi başlayan her şey bitmekle şartlanmıştır. Hayatınızı yaşarken de bir noktada biteceğini bildiğiniz şeylerle uğraşırsınız. İş, güç, okul ve bizatihi hayat. Şimdi bazı insanların anladığı ama bizim sadece arada sezebildiğimiz durumlar var. Bu bazı insanlar maalesef filozoflar oluyor (Onların da hepsi değil, birkaçı, özellikle de Fransız olan birkaçı). Bir de iki üç sinemacı ve yazar. İşte en başta Bresson, Proust, Fassbinder falan.

İşte bu kişilerin yarattıkları belki de farkında olmadan yarattıkları bir başka yaşam-algı durumu var. Bu arkadaşların düşünce gücü başlayan ya da biten bir şeyi mesnet almıyor. Onlar olup biteni ortasından alıp yakalıyorlar. Böylece yakaladıkları şey ne bir sona ulaşıyor ne de bir başlangıca dönüşüyor. Düz bir çizgi gibi olan bütün hayat-algıların yanında bu  yaşam-algı dediğimiz düşünce durumunda her şey bir döngüde süreksiz dönüyor.

Kurgusal açıdan verebileceğimiz tek örnek Kayıp Otoban sanırım. David Lynch orada bir A noktası belirler. Bu A noktası bir başlangıca işaret etmez. Olayları bizim bile bilmediğimiz bir noktadan ele alır. Sonra hikâye aynı bir yaşam gibi, döner döner ve B noktasına uğramadan yine A noktasına ulaşır. Bu bir kurgu hamlesinin yanında bir başka algı durumunun da sinematografik halidir. David Lynch, düz, başlayan ve biten bir şey yerine tam ortadan bir nokta yaratır ve o noktayı kurgunun sonunda bir yuvarlağın içine almış olur. Böylece yaşam-algı dediğimiz şeyin döngüsü de tamamlanır. Ama bitmez.

Bu dediğimiz şeyin hayatta somut bir karşılığı yoktur tabi. Ama düşünce - algı biçimimizde bir karşılığı olması muhtemel. Bir şeyi hiç başlatmazsanız bitmesini de engellemiş olursunuz. Bu depresif bir şey gibi görünse de öyle değil. Karşılaşmalar hep vardır. Bu karşılaşmaların gücünü koruyabilmeniz ise işte bu dediğim yöntemle mümkündür. Başlamış, yaşanmış ve bitmiş şeyler hep bir sıkıntı durumuna sevk eder bizi. O yaşananları unutmak için bir başka karşılaşma onu unutmak için de daha başka bir karşılaşma…işler böyle yürür ve biz buna hayat deriz.

Kendi bakış açımızda biten ve başlayan şeyler vardır. Ama işte bu adamların yarattığı bu yeni bakış açısı yani yaşam-algı dediğimiz (daha doğrusu şu an burada uydurduğumuz) şeyden baktığınızda başlayan ve biten bir şey yoktur. Bunlar zihninizin size oynadığı oyunlardır. Hiçbir şey geçmez aynı şekilde başlamaz da. Bunlar belirli bir sürede yapıp ettiklerimizdir sadece.

Dönüp duran şeyler hep olur. Bu bazen Elliott Smith’in bir şarkısıdır, bazen Before Sunset’ten bir sahnedir bazen de İzmir’den bir başka kente doğru giderken ağaçlara bakmaktır. Bunlar olmuş ve bitmiş değil devam eden şeylerdir. Tıpkı David Bowie’nin bir şarkısı gibi, hep devam eden, sonra yine devam eden bir şeydir. Yaşam Fuad ile yakalanır yaşam-algı’ya ulaştığınızda devam eder ve bitmez. Çünkü o noktaya ulaştığınızda artık her şey sonsuzdur. Ve korkmayınız sevgili okuyucu, sonsuzda bir nokta bile kaybolmaz.








3 yorum:

Adsız dedi ki...

Bahsettigin seye dongusel yasam algisi derdi bir felsefe hocasi ve iste amazonlarda filan insanin bu dongusellikte yasadigini teknolojinin icadi ile artik doganin mevsimlerinin birbirinin pesi sira donup durmasina meydan okuyarak dogrusal yasam algisina girdigimizi soylerdi. Muhtemelen hala soyluyordur. Neden mi? Cunku mevsimden bagimsiz urun elde etme ve bu urunleri depolayabilme insanoglunu en temel ihtiyaclardan biri olan beslenmeden adeta muafiyet sinavi ile gecirmis yuru ya kulum demistir.
Kizlara gelince; bana gore masadaki dondurmasiyla,okuldaki kankasiyla, bahcesindeki agacla ya da picasso tablosuyla cekilip koydugu fotograflardan hicbir farki olmayan bir zihniyetle koyuyorlar. Anlam yuklediklerini ummuyorum.

Aras Keser dedi ki...

ben anlatmaya çalıştığım şeyi tam olarak ifade edemediğim için - zaten tam olarak ifade edilebilecek bir şey değil- bu yaşam-algı meselesi tuhaflaştı.

neyse. ama o felsefe hocası garip biriymiş. döngüsel yaşam algısı adı altında iktisat tarihine girmiş. ama bahsettiğimiz şeylerin bambaşka konular olduğu açık o felsefe hocasıyla. hatta bence o adam saçmalıyor ya. yani tekrar okuyunca. neyse.

Adsız dedi ki...

ben de adamın dediklerini adam akıllı anlatamamışım. olay sadece iktisat teorisi ve evrimsel gelişimden ibaret değildi tabii ki.
neyse, hep neyse.