29 Nisan 2013 Pazartesi

Geldiğimizde Bütün Mutluluklar Ele Geçirilmişti


1

Ben seni böyle sevmemiştim Ozon

Ne heyecandı ama!

Diyoruz ki Ozon abimiz film çekiyor bekleyelim. Tamam Ricky pek iyi değildi. Sonra La Refuge geldi ve anında affettik, kucakladık Ozon’u. Ardından Potiche geldi yine “Ama sen bu değilsin ki Ozon kardeşim. Tamam dene bakalım ama çok yüzme o sularda, bildiğimiz sulara gel” diye çağrıda bulunduk ve beklemeye başladık.

Bekle bekle bekle sonunda Dans La Maison geldi. Tamam kötü bir film değil. Aslında Ozon’un “ahanda kötü” diyeceğiniz bir filmi de yok. Bi daha iyi filmleri var bir de o kadar iyi olmayan filmleri var.  Sağolsun o da yukarıda saydığımız gibi bir iyi olmayan filmden sonra daha iyi olan bir film çekiyordu. Ama bu defa çift dikiş iyi olmayan film yapınca üzüldük açıkçası. Ozon biliyorum okuyosun ama ne yapayım kardeşim ben de doğruları konuşmak zorundayım. Rükneddin kimliğim bunu gerektiriyor.

Dans La Maison’un problemi şu; bu film hâlâ “edebiyatın gücü” denen şeyin geçerli olduğunu düşünüyor. Yani bir kurgu metin var ve bunu yazan 16 yaşında bir çocuk. İşler o kadar etkileyici, çocuğun yazma kabiliyeti o kadar yüksek ki koskoca öğretmeni baştan çıkarıyor, çıldırtıyor falan. Şu kadarını söyleyeyim: yok böyle bir şey sevgili dostlar.

Bilmiyorum duydunuz mu ama dil denen şey sona erdi. Yani bu okuduğunuz kelimeler dahil hepsi zamanında duyulan bir ihtiyacın saçma sapan emareleri. Dans La Maison özelinde etki altında kalmak isteyen bir kişinin edebiyat yoluyla dengesizleşmesini izliyoruz. Ama ortadaki şey bir edebiyat eseri değil de tulum peynir de olsa aynı etki altında kalma durumunu izleyebilirdik. Bir tulum peyniri de bir insanı baştan çıkartabilir ve bu da yaşadığımız yüzyılda gayet normaldir. Siz yeter ki kendinizi kaybetmek ya da dengesizleşmek için bir neden arayın.

Şunu demiyorum: Edebiyatın etkileme gücü sona erdi.

Şunu diyorum: 2000’li yıllarda yazılabilecek herhangi bir edebi eser insanların hayatlarını değiştirecek bir kudrete sahip olamaz.

Şunu da diyorum; Bence insanların hayatlarını değiştirebilecek kudrette olan edebi eserler en son 1970’lerde yazıldı ( Özellikle bu topraklarda).

Şunu da ayrıca diyorum: Bugün bir Proust, bir Dostoyevski ya da Beckett romanı hâla bir şeyleri değiştirebilecek kudrete sahiptir ama Pessoa ya da Rowling kitapları böyle bir kudrete sahip değildir.

En mantıklısı şu olurdu; Tamam edebiyata sırtını yaslıyor ama Dans La Maison sinemasal açıdan daha etkileyici bir yapıya sahip.

Ama şu oldu: Hayır Dans La Maison sinemasal açıdan da yeni bir şey ifade etmiyor ve bu film-edebiyat ilişkisi sağlıklı bir zeminde buluşamıyor.

Söylenebilecek son şey ise şu: Canım Ozon lütfen yeni filmin Jeune&Jolie iyi olsun. Zira bu kalp üçüncü bir darbeyi kaldırmaz. Le Temps Qui Reste ya da Regarde La Mer’i unutturma bize lütfen.





2



Koparma Gülleri Miguel


Şimdi bu Miguel Gomes, yani Tabu’nun yönetmeni kalkmış Altyazı’nın İzliyorum’una katılmış Nisan sayısında. Adama da doğal olarak Kaurismaki işte efendime söyleyeyim Sunrise’ı falan göstermişler. Tabu’nun bu filmik şeylerin etkisi altında olduğunu biz zaten daha önce yazmıştık. Ama şu var ki Miquel Gomes sandığımızdan da harbi bir adammış. En azından bu İzliyorum şeysinden bunu anladık. Bizim de gayet sevdiğimiz Rosselini, Malick gibi adamları anlatıp çözümlemiş güzel güzel. Altyazı umarım röportajı iyi değerlendirir de kendi sayfalarında, kendi yazılarında da benzer bir doyuruculuğa ulaşır, bizi Portekizli adamlara muhtaç bırakmaz. Yani demem o ki, alın Altyazı’yı ordaki eleştirileri okuyun sonra da Miguel Gomes’in röportajını okuyun. Miguel Gomes de eski sinema eleştirmeni bizim turkishler de sinema eleştirmeni, aradaki 7 farkı bulun anacığım.





3

Onlar aşağı inmeden biz düştük alkışlar vardı

Geldiğimizde bütün mutluluklar ele geçirilmişti. Mutluluğu ele geçirenler onunla ne yapacaklarını bilmedikleri için mutsuz olmuşlardı. Bunun üzerine mutluluğu mutlu olmayanlara vermeye çabaladılar. Mutlu olmayanlar ise mutluluğu elde etmek için giriştikleri birçok çabanın ardından hiçbir mutluluğa kucak açamayacak kadar mutsuz olmuşlardı.

Mutlu olmayanlar çok çabalamıştı. Mutluluğu ele geçirenlerin çok mutlu olduğunu düşünüp onlar gibi olmaya çalıştılar. Mutlu olanlar gibi sevgilileri olsun istediler. Mutlu olanlar gibi mal mülk sahibi olmak istediler. Bu amaçla da ilk önce kendilerini harcadılar. Daha sonra çevrelerindeki en az kendileri kadar mutsuz insanlara saldırdılar.

Mutsuzların diğer mutsuzlara gerçekleştirdiği bu saldırılar herkesi daha da mutsuz yaptı. Mutluluğa sahip olanlar bile “yahu aslında o kadar da matah bir şey değil alın sizin olsun” deseler de artık çok geçti. Çünkü mutluluğun kendisi değil düşüncesi insanları kendinden geçiriyordu. Bunun üzerine mutluluk dediğimiz şey mutlu olanların da elinden alındı ve belirli güçlerin eline geçti. Durum daha tehlikeliydi çünkü artık bireylerarası bir durum değil soyut politikalar yönlendiriyordu mutluluğu. Çalışmaya başladılar. Gece gündüz çalıştılar ve bizlere nasıl mutlu olunacağını göstermeye başladılar. Müzikler önerdiler, filmlerden, hayatımızı değiştirecek kitaplardan bahsettiler. Nasıl bir sevgili mutlu eder, nasıl baba olunur, içerdeki bebeğe hangi müzik dinletilir, hepsini anlattılar. Neşeyle el ele tutuştu insanlık. İşte beklenen olmuştu ve nasıl kullanabileceğimizi bilmediğimiz mutluluk hepimize dağıtılmaya başlanmıştı. Gecekondu’da da otursak converse sahibi olabilirdik. Tamam Hilton’da kalamazdık belki ama Paris Hilton pornolarını istediğimiz zaman izleyebilirdik.


Duygularımız, acılarımız hâlâ 17. Yüzyıl seviyesindeydi ama bunları artık sms ya da ileti ile bildiriyorduk. Bir taraf “mosmodern” 21. Y.y. diğer taraf köhnemiş Romans. Duygusal eğitimimiz tamamlanamadan ele geçirildiğimiz için duruma tam olarak ayak uyduramıyorduk. Facebook’tan intihar edeceğini duyuran ve bu duyurusunu gerçekleştiren çocuğun altına yorum olarak L koyuyorduk. Ama kimse de çıkıp bu ölümün gerçekliği ile uğraşmak istemiyordu. Aslında haklılardı çünkü gerçekten de ortada bir ölüm yoktu. Sadece Facebook’tan bir adam eksilmişti. Facebook’tan öleceğini duyuran kişi zaten kendini bir “olmayan” olarak konumlandırıyordu. Yani hiç tanımadığımız biri bir yerde öldü hayatımız bunun için değişmeyecek. Biz sadece haberdar olduk. Bir adam vardı, Facebook’tan öleceğini bildirdi biz de bu bildirimi aldık. “Şurda yemek yiyorum” da diyebilirdi. Biz bunu da tıpkı o ölüm haberi gibi almış olacaktık. Ve aslında hepsi bu kadar.


Bunları yazınca o Facebook’tan ölen insana üzüldüğüm gibi bir şey çıkmış olabilir. Ama öyle değil. O kişi bir şekilde ölmüştür. Biz haber almasak da bir şekilde ölecekti. Önemli olan Facebook gibi bir şeyin ölüme taziye sunulan bir yer olması ve gerçekten öyle olması. “Allah rahmet eylesin kardeşim” diyen adamı düşünün. Bu adam “gerçekten” böyle düşünüyor ve söylüyor. Son tahlilde “İnternet yalnızlaştırıyor bu yüzden insanlar yalnızlıklarını da buradan dile getiriyor hatta ölümlerini bile, modernlik bizi bu hale getirdi” denebilir. Bu doğru da olabilir. Ama benim açımdan sadece komiktir. Tıpkı Facebook’tan öleceğini ilan eden o çocuk gibi komiktir. Ve komik olan zannedildiği gibi sadece gülünecek bir şey değildir.

























Hiç yorum yok: