6 Aralık 2011 Salı

Senin Mauvais Sang Dediğin Al Ekmeğen Arasına Sür Değil mi Rimbaud?

30 kasım Çarşamba hepimiz için değerli bir günün yıldönümüdür. Bildiğiniz gibi bu tarihte Kafkaslardan Doğu Anadolu ve civarı torpaklarına akınlar halinde gelen İndoaryan kavimler Coğrafyanın çehresini değiştirmiş ve bambaşka bir kültür dağılımına neden olmuşlardır. Sonradan Kuzeybatı İran taraflarında Medler,Persler,Sasaniler,Anadolu’da ise Hititler,Frigler haline gelecek bu insan toplulukları bin yıllık bir süreçte coğrafyaya yayılmışlardı. Kafkas kapılarının İndoaryanlara açıldığı bu önemli günü Ege Üniversitesi Kütüphanesi’nın arka bahçesinde 3-5 Hititli,1 Sasani ve 2 Asuri ile çay içip,kültürel halk dansımız Baduka’yı (iki elin yavaşça havaya kaldırılıp, sakince bir sağ ve sol kalça hareketiyle başlayan bu dans, sonlara doğru zıplama ve hoplama ayinleriyle son bulur. Maalesef günümüzde neredeyse hiç yapılmamaktadır) icra ederek kutladık. Mauvais Sang gösterimine gitmem gerektiği için kutlamadan erken ayrılmak durumundaydım. Zıplarken yere düşen anahtar ve bozuk paralarımı yerden topladım ve arkadaşlarla vedalaşarak Köşk’e doğru yürümeye başladım.


Köşk’te Ender’i mandalina ve ayva yerken buldum. Saat 17:10 olmuştu. Filmi takıp denedim. Problem derecesi sıfırdı. Bu güvenle mutfağa inip kahve yaptım. Bir kaşık kahve. Yarım kaşık kahve kreması. 3 şeker. Ve 100 ml. sıcak suyu ne kadar tuhaf olduğuna hiç aldırmadan karıştırmaya başladım. Günlük hayatta öylesine yapılan şeyler ne komik yahu. Düşünsene ayakkabı giyiyorsun. Ayakkabı ya. Oturup bağlıyorsun onu bir de. Yürürken basıyorsun. Medeniyet kahkaha üzerinden vuku bulmuştur. Neyse. Kahvemi alıp yeniden salona çıktım. Saat 17:19 olmuştu. Ama bir (1) kişi bile yok. (Bak hakkatten diyorum Cafer “YOK) Aklıma Beşiktaş Milangaz – Olin Edirne basketbol maçının ardından Beşiktaş Milangaz antrenörü Ergin Ataman’ın yaptığı “seyircinin bizi terk etmesi endişe verici” açıklaması geldi. Keşke dedim. Keşke bir seyirci topluluğu olsa ve bir şeyi (mesela bizim gösterimleri) terk ederek acayip bir eyleme girişse. Düşünün ya. Bir grup insan karar veriyor ve diyor ki “50. yıl köşkü film gösterimlerini terk ediyoruz” Ne acayip olurdu, ne hoş.







Dünyevi şeylerin allahallahlığına bir örnek teşkil etsin diye olsa gerek 10 dakikada 28 kişi geldi salona. Neyse. Seyirci muhabbeti yapmamak lazım aslında. Şu kadar seyirci geliyor demek ya “vay be” denmesi gereken övünç kaynağı ya da “yetmez ya yetmez” denmesi gereken bir üzülme repliği olduğu için bu konuyu buradan şu şekilde kapatıyoruz. İşte bakın şu şekilde. Gördünüz mü. 17:30’da sunuma başladım. Mauvais Sang dedim. Rimbaud’nun Cehennemde Bir Mevsim kitabında böyle bir bölüm var dedim. Leos Carax yönetmen dedim (İyidir de dedim). Aşık olmadan sevişen insanlara bulaşan bir virüs var bu virüse de panzehir üreten tek bir şirket var ama o şirket sadece kendine saklıyor panzehiri kimseye vermiyor Alex işte o panzehiri çalmaya çalışacak Anna’ya inim inim aşık olacak Halley yıldızı dünyaya yaklaştığı için hava filmde çok sıcak olacak dedim de dedim.







Sonra filme geçtik tam 1 saat 52 dakika boyunca. Ben bu süre içinde kâh salonda filmi izledim, kâh Ender’le dünyanın en zor yenilen meyvelerini ve Tony Gatlif filmlerini tartıştım,kâh Rohmer gösterimi üzerine bir önceki hafta konuştuğumuz şeyleri blog’a yazdım. İzleyiciler ise bu süre boyunca salondan çıkmayıp sabit gözlerle bir yere doğru baktılar. Bu da çok acayip. Bakmak yani. Bakmak denen şey olmasa ne mimari olurdu ne sinema ne de sanattrak şeyler. Ve yine kahkaha tarihi bir yerde bakmakla başlar. Bakmanın arkeolojisi (Arkolok kimliğimle söylemem gerekirse) mağara resimlerinden tutun, “bence çadırı şu şekilde kuralım” diye düşünen Alt Paleolitik çağ insanına kadar götürülebilir. Mesela dört ayak üzerinde yaşamını sürdürürken, önayaklarını havaya kaldırmaya karar vermeden önce, ilk insan türü kafasını kaldırıp nereye bakmıştı? Büyük ihtimalle ağaçtaki bir meyveye ya da ilginç bulduğu herhangi bir şeye. Ama o önayakların kalkması demek her şeyin başlaması demek sevgili Cafer. Bir bakış nereye getirdi bak hepimizi. Evet o önayaklar yukarıya kalktı,bununla birlikte sanat da başladı,kültür de başladı,acı da başladı. Toprak yersizyurtsuzlaşınca, dört ayağıyla toprağa bağlı olan insan iki ayağa geçiş yapınca, bu toprağa bağlılık sadece “işte toprağa basıyorum”a dönüştü. Anlıyor musun durumun vehametini Cafer? (Rousseau demişti galiba “Depremler yüzbinlerce insanın ölümüne neden olduysa bu ne doğanın ya da tanrının bir cezası ne de ancak ilerlemeyle – özellikle teknik ve bilimsel ilerlemeyle- baş edilebilecek bir beladır. Vahşiler gibi yapıp yüksek evlerde oturmasalardı bunlar başlarına gelmezdi”) Hareketli bir yurtluk olduk bundan işte her şey. Her neyse. Bu bakmaklar (“Bakmalar Denizi”) milyonlarca olduğu için de acı milyonlarca bakmak ve hiç hakikat olduğunu (ya da hakikatin kaybolduğunu) anlamakla başlar. Ve sonrası Kaf’ın dediği “Anlamaya başlamanın ilk belirtisi ölme isteğidir” noktasına gelebilir. Ve sevgili okuyucu sen de kesinkes bilirsin ki bir sürü sanat eserinin kaynağı tam da bu temel ölüm arzusudur ve dolayısıyla korkusudur.


Film üzerine ise daha çok biçimsel şeyler söylendi. İşte sanat yönetimi iyi. Görüntü yönetimi iyi. Çekimler iyi. Açıkçası bunların üzerine söylenecek pek bir şey de yoktu zira allahcanınıalmasın Leos Carax içeriği bir bahane haline getirip alabildiğine güzel görüntüleri art arda sıralamaktan başka bir şey yapmıyordu zaten. Ama bunu böyle söyleyince filmin müthişliği şey altına gitmiş olmasın sakın. Film Fransızların da deyimiyle fevkalade idi. İşte bu fevkalade film ve gösterimin ardından bir apartmanın en alt katından sadece bunları söyleyebilirim.


Mutlu geceler.

Hiç yorum yok: