1 Ekim 2012 Pazartesi

Kandırdım Nazlı Yari Sonunda Çılgın Sözlerle

1
Biz bu dünyaya geldiğimizden beri yani 20. Yüzyıldan beri çeşitli deneyimler yaşadık sevgili dostlar. En basitinden birkaç film izledik, kitap okuduk, kadınlar, erkekler ve neyse ki bu iki cinsiyet dışında kendini tanımlayan insanlarla müşerref olduk. Böyle bir cümlenin ardından “Hayattan da şunu öğrendik ki..” gibi bir tümce bekliyorsanız bilin ki fena halde yanılıyorsunuz. Ne öğrenicez lan hayattan? Yani ne öğrenicez abi hayattan? Şu veya bu, ikincil kaynaklardan girdi hayatımıza. Ama onun da muhabbetini yapmıycam. Diyeceğim şu ki yaşanılan deneyim her zaman bir yeniliğe açmaz kapılarını. Yaratıcı bir deneyimin önkoşulu her zaman için mesnetsiz ve garibaldi bir hezeyandır. Yani demek istediğim, Gencebay’ın da dediği gibi “Bıktım artık yaşamaktan çekmekle biter mi bu hayat yolu?”. Bir daha cümle kursam ise Kenan Doğulu derdim. Doksanlar derdim. Ama emin olun bir sonraki paragraf bunlarla ilgili değil. Sadece bir Kenan Doğulu şarkısını düşünürken Mustafa Sandal’ın ilk albümünde yer alan “Anlamazsın” adlı şarkının akla gelmesi. Ve bu iki şarkının sözleri üzerinden metinlerarası bir “ne diyor acaba” ilişkisi kurulması.. Bu “Anlamazsın” adlı şarkıda şöyle bir söz var bak: “Geceleyin bir yarısı uyandırdım mı bebeğim?” bu dizede Sandal bir önceki dizelerde olduğu gibi yine sevgilisine sesleniyor ve onun zararına ya da kötülüğüne olan hiçbir işe kalkışmadığını belirtiyor. Peki neden “Geceleyin bir yarısı uyandırdım mı bebeğim?” diye soruyor. Yoksa Sandal bu durumu affedilmez bir suç bir günah, metruk bir davranış olarak mı görüyor? Sevgilisini uykudan kaldırmak neden böyle pis, çirkin ve adi bir davranış? Sandal bunu hiç açıklamıyor ve gizem sürüyor. Bu yüzden de onun ilk albümlerini seviyoruz. Mesela Detay albümünün üçüncü Track’i olan “Bombacı” bu “acaba ne anlatıyor” bağlamında değerlendirilirse kitleleri şaşırtacak sonuçlara ulaşabilir ve bu ülke müziğine rokoko ve avangardın Sandal ile geldiğini gönül rahatlığıyla tespit edebiliriz.

Çakma Enrique Iglesias olmayı ona yakıştıramadık


2
P.J. Harvey’nin oynadığı bir film nasıl olurdu demek yerine açın da bakın The Book Of Life’a ( En azından ben öyle yaptım). P.J. Harvey güzel oynamış, ama hiç oynamasa, öyle dursa da, hiçbir şey demese de, saçmalasa da olurdu ( Bu arada ne çok yakışıyor, ne çok güzel oluyor bir filmde, ne çok güzel o sıska bacaklar, o ağız: Bir mısra gibi ağzınız. Öptüm ayaklarından öptüm öptüm, putunu cezalandırıyor kır delisi, oğlan iki sokak ötede Londra’dan gelmiş, yazsınlar felaketlerin çifter çifter geldiğini, garson acıması tutmuş içkievini falan filan).

Neyse The Book Of Life’dan P.J. Harvey dışında ne kaldı derseniz “Bişey kalmadı valla” derdim. Ama Eymirli’ye sorsan film bağımsız Amerikan filmi ya (Ki yok böyle bir şey abi. Bak birisi söylesin bunu şu çocuğa. Ben söyleyince anlamıyor. Ama yine de söyleyeceğim: Yok koçum öyle bir şey. Liverpool’un orta sahası gibi, anladın mı. Yok.) bir de Hal Hartley çekmiş ya e o zaman sevelim tabi kafası. Aha Allah seni ne etsin kafası.

3

Tabi insan bunları söyleyince aklına doğal olarak Bronte Kardeşler geliyor (Niye lan?) Ben bu kardeşlerden en çok Charlotte Bronte’yi seviyorum, kendisinden çok da kitabını tabi,  Jane Eyre’ı işte.

Emily Bronte daha bir kabullenilmiş, sevilmiştir “Uğultulu Tepeler” ile ama bizim itikadımız dedim ya Charlotte Bronte’den yana. Bu esaslı duygulanma yaşatan acı dolu kitapların Bronte Kardeşlerin gerçek hayatlarından (Al sana bir şey daha, “Gerçek Hayat” peh. Flash Tv programı gibi bir şey) esinle oluştuğunu herkes bilir. Ama yine de melodramı hissettirmenin de belirli güçlükleri vardır. Jane Eyre’da mürebbiyemizin fırtına gibi duygusal yaşamını çocukluk travmalarının ekseninde takip ederken ağlamamak elde değil. (Aslında elde lan. Ben ağlamamıştım. Benim ağladığım tek bir kitap vardı ama onu da nasıl derler elbette söylemeyeceğim. Sana ne lan okuyucu. Sen anca böyle cümleleri takip et zaten. Artist)

İşte bu Jane Eyre’ı birkaç yıl önce Japon olduğunu tahmin ettiğim bir adam filme uyarlamıştı. Filmin yönetmeninin Japon olduğunu düşünüyorum ama film İngiltere’de geçiyor tabii ki. Bu arada filmin yönetmenini niye Japon zannediyorum? ( Adı ya Fukunama ya da Fuku..böyle bir şeydi. O yüzden mi zannediyorum? Bence Behzat ilerleyen bölümlerde bu Eylül’ü.) gayet iyi bir uyarlama olmuş. Ben ki “klasik uyarlama” sevmem ama o gece nedense sevdim. (Bu arada hakkaten neden yönetmeni Japon zannediyorum?) Jane Eyre bizim Çalıkuşu’nun da gayrı resmi kaynağıdır (Bu filmin yönetmenini neden Japon zannediyorum?). Yaşadığı ve mürebbiyelik yaptığı evin ya da şatonun “beyfendisine” aşık olan, böyle durumlarda sık görünen bir durumun aksine beyfendiden de karşılık alan Jane Eyre’ın o sevgisine sadakat duyan ve sevdiği adamı asla unutmayan delikanlı yapısı mı bizi bu kitaba ya da bunu pek iyi gösteren bu filme çeken? (Filmin yönetmenini neden Japon?) Hepsi ya da Recaizade Mahmut Ekrem.



4

Bugünlerde dışarılar hep pazartesi sevgili dostlar. Ekim ayı emin olun Mart ya da Kasım gibi değildir. Bu Ekim günlerinde okumadığınız bir kitabın adını “Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku” diye mırıldanabilir ya da aşık olduğu kocası öldükten sonra, iki yıl sonra, gayet güzel bir albüm yapan Corinne Bailey’i hatırlayabilirsiniz. Bütün bunlarla birlikte Ekim asla güzel bir ay değildir. Siz Mayıs ya da Şubat beklersiniz mesela ama Ekim gelir. Bu Nietzsche’nin dediği gibi “Bir Yunanlı beklerken karşısında bir Alman bulmak” kadar ağır bir durumdur. Üstümüze düşen Fransız Filmlerini silkeleyip – Bu silkelemelerden birini 10 Ekim’de Truffaut ile Köşk’te yapacağız- “Çünkü sonluluktur sözcüklere anlamını veren” diye düşünmeye devam edeceğiz. Bir de hiç ummadığımız bir soruyla doğru yere parmak bastığımızı fark edip “O filmin yönetmenini neden Japon zannediyorum?” diye ısrarla sormaya devam edeceğiz.



Hiç yorum yok: