9 Ekim 2012 Salı

Ona Sevdiğimi Söyle'ye İkinci Prelüd


Wayne Rooney’nin Everton’da oynadığı yıllarda bizim lisenin “Süper Lise” olan kısmında bir kız vardı saygıdeğer dostlar. Şimdi biz bu kızı nasıl derler, şöyle diyelim: Biz bu kızı beğendik, bu kızdan hoşlandık dostlar. Neyse önce efendi gibi gidip derdimizi anlattık, bu konudaki görüşünü, yapabileceği bir şey olup olmadığını sorduk. O da bize olağanüstü bir liseli kız cevabı vererek: “Öss’ye hazırlandığım için bir ilişkide olmayı istemiyorum” dedi. Biz de “sağolasın” diyip ayrıldık yanından. Ama bu baştaki efendi tavrımız sonunda bir tür yüzsüzlüğe vardı ve bir Zeki Müren gibi oturup efendi efendi sevemediğimiz için yaklaşık 27 kere kıza gittik ve bir ay içinde gerçekleştirdiğimiz bu 27 teklif hamlesine 27 adet ret cevabı aldık. “Ulan biz şimdi Düz Liseliyiz ya bu kız Süper Liseli, aha kesin bundan bakmıyor bize” gibi ezik ergen muhabbetine girmeyi ihmal etmediğimiz bu süreçte bol bol “O kız bize bakmaz abi” şeklinde düz liseli cümleleri de kurduk.

Sonra ne mi oldu sevgili dostlar? Bu Süpper Liseli kız, bu Öss öncesi ilişki istemeyen kız gitti bizim düz liseli sözel sınıfından bir çocukla çıkmaya başladı. Çıktığı çocuk da nasıl desem, esaslı bir Gökhan Özen dinleyicisiydi. Mesela Din Kültürü hocamız her dersin sonunda bir ilahi okuduktan sonra bu çocuğa dönüp “Haydi evladım sen de güzel bir şarkı söyle bize” derdi, bu eleman da iki elini sıraya koyar, gözlerini hafif kısar, akabinde de Gökhan Özen’in Duman Gözlüm albümünden bir Track’i söylemeye başlardı. İşte o kızın bu çocuğa gittiği gün bizim “Bu dünya ne lan böyle” lafını ettiğimiz ilk gündü. Sonra yine serde yüzsüzlük olduğu için kızın yanına gittim ve “Hakkaten bu mu lan. Bu mu yani?” diyerek bahçede arkadaşlarıyla kıça tekme atma oyunu oynayan sevgilisini gösterdim. O da “Evet” dedi.


Aradan yıllar geçti, bu kız bütün Süper Liseli hareketlerinin ardından bir Pastanede çalışmaya başladı. Oğlan ise büyük ihtimalle Kuyumcu oldu. Şimdi soru şu : Eğer Rooney Everton’ı satıp Manchester United’a gitmeseydi, aynı şekilde bu kız da bizi reddedip şimdiki Kuyumcu oğlana gitmeseydi ne olurdu? Liverpool şehrinin ikinci büyük takımı olan Everton ile bir güney kentinin Düz Liselisi olan Rükneddin’in bu acı dolu, adeta Fragonard tablolarını andıran yaşantısı nereye varırdı?
 
 


Nereye varıcak abi, bir yere varmazdı tabi. Bu bir enerji sorunu sanırım. Filmde Martinaud yıllarca bırakmıyor ya kızın peşini, ona ev filan bile kuruyor. Oysa ben kıza yaptığım 27 seferin ardından baya eve gidip şeftali yemiştim. “Olmuyorsa olmuyor” diye bir liseliden beklenmeyecek şekilde mantıklı cümleler de kurmuştum. Ama işte Sinema dediğimiz şeyin bize bıraktığı ve hayatı aştığı noktalardan biri de bu manzarayı yani “olmuyor” manzarasını verebilmesidir.
 
 


Martinaud neden Lise için bir ev kuruyor neden bu evi kimsenin uğramadığı epeyi ıssız bir yerde kuruyor ve neden Lise’i elde ettikten sonra burada onunla izole bir yaşam sürmek istiyor? 
 
 

Bütün bunların nedeni tabii ki Martinaud’nun kafasındaki her şeyi hayata uyarlama çabasından geliyor. Yani tümüyle zihinsel olan bir süreci belki de aşırıya kaçarak pratikte yaşamak istiyor. Zihninde kurduğu manzaranın aynısını kurmaya çalıştıkça da işler sarpa sarıyor. Çünkü hepinizin bildiği gibi hayat kafamızdaki sahnelere uymaz. Martinaud ve “Ona Sevdiğimi Söyle” işte bu “olmuyor” deneyiminin filmleşmiş halidir. Hiçbir sonuca ulaşmasa da bir şey için özellikle de somut bir şey için çabalamak gerçekten de inanılmaz bir şeydir.
 
 


Daha önce bu filmle birlikte adını andığımız Demirkubuz da Kader ile ilgili bir röportajında şöyle diyordu “Bir adam var. Bir kızı istiyor. Ve ne yaparsa yapsın onu elde edemeyeceğini biliyor. Ama yine de peşinden gidiyor. Hiçbir yere varmayacağını, hiçbir şeye ulaşamayacağını bildiği halde gidiyor. Bunu çok tuhaf buluyorum. Bu gerçekten inanılmaz bir şey.
 
 


Kader ile bir tür Akrabalık kurabileceğimiz (Ama sadece “saplantılı bağlılık” düzeyinde bir akrabalık bu) “Ona Sevdiğimi Söyle” bu “bir yere varamama” ve bu olmayışın yarattığı hüznün şiddete meyil etmesiyle son bulurken, 1977 yılının diğer Fransız Filmlerinin yanında bir Claude Miller filminin “başka” olduğunu not düşüyoruz otuz beş yıllık bir gecikme anında.
 
 

Hiç yorum yok: