18 Ekim 2012 Perşembe

Sen Uzak Hala Lola Hanım Yoksa Cumhuriyette de Uyuyamıyor musun?


İki kişi mutlu olacaksa birileri yanmak zorunda.
Orhan M.- Şubat 2007- Küçükpark

Jacques Demy diyelim mi ha sevgili dostlar? Elimizin değdiği her Fransızı baş tacı yaptığımıza dair gelen eleştiriler bize hâlâ bir şey ifade etmiyor. Ama sempatimizi aptallık boyutuna getirip o kadar da iyi olmayan filmleri sırf Fransız Filmi diye alıp koynumuzda besleyecek halimiz de yok. İşte bugün de bu namzetle hareket edip 1961 yapımı Lola filmiyle uzanacağım kanepelerinize.



Jacques Demy Cherbourg Şemsiyeleri (Les Parapluies De Cherbourg) ile nam salmış, dünyada falan tanınmış bir kişidir. Catherine Deneuve’ü Catherine Deneuve yapan bu müzikal film (Bir de Feyenoord’un Feyenoord olduğu yıllar vardır. Onu da “Hollanda Futbolunun Olumsal Analizi” başlıklı kuşağımızla yakında yazmaya başlayacağız) Atilla Dorsay’ın ağzını sulandıran bir şirinlik abidesi olarak Deneuve ile birlikte Demy’i de ünlü etmiş hatta Remy rotasını denizaşırı bölgelere çevirerek bir tür Hollywood macerası da yaşamıştır. Ama sorarız size, şu Avrupa Kıtasından Amerika’ya gidip de ekmeğini aynı güzellikte kazanan, kendini bozmayan bir adam var mı? --Ünlü Eleştirmen Roger Ebert bu soruya Time Out’da şöyle bir yanıt vermişti: :(

Jacques Demy’nin yaptığı filmleri ikiye ayırırsak kabaca şöyle bir tablo çizebiliriz: 1- Başarılı Müzikal filmler. 2-  Başarısız Müzikal olmayan filmler. Biraz daha basitleştirirsek diyebiliriz ki: Bu kişi sadece Müzikal türünde başarılı örnekler vermiştir. (Bir istisna var tabi. Yoksa bu yazıyı yazmaz Karadayı izlerdik). Demy’nin Müzikal örneklerde ulaştığı başarının sırrı da daha sonra bolca seyahat edeceği Amerika taraflarında yapılan müzikallerdir. –Mesela Minelli’nin filmleri- Örneğin 1966’da çektiği ve Gene Kelly gibi o zamanların starı (Gene Kelly’nin Gene Kelly olduğu yıllar diyelim buna da) bir oyuncuyu da kadrosunda bulunduran Tatlı Günler (Les Demoiselles De Rochefort) bu Amerikan tipi müzikallere verilecek en güzel örneklerden biridir. Rochefort kentinden bir tür Moulin Rouge atmosferi yaratan Demy benzer bir başarıyı 1988 yapımı 26’sı İçin Üç Yer (Trois Places Pour le 26) ile de tekrarlar. Ünlü Oyuncu – Şarkıcı Yves Montand (Şahane bir performansını Alain Resnais’nin La Guerre Est Finie filminde görebilirsiniz) filmin başrolünde olup, filmde olup biten her şey de Yves Montand’ın hayatından etkiler taşımaktadır. Edith Piaf’tan Marilyn Monroe’ya birçok kişiye üstü kapalı da olsa güzel göndermelerin yapıldığı “26’sı İçin Üç Yer” Jacques Demy’nin müzikal anlayışında da ikinci bir dönem başlatmış ve Demy’nin “Mantıklı Müzikal” dediği şeyin ilk örneklerinden biri olmuştur. Bu dönemle birlikte Demy şeker kıvamındaki cana yakın ilk dönem müzikallerinden uzaklaşıp biraz daha ciddiyetle meseleye yaklaşmıştır. Bu bizim buralarda pek fark edilmese de bir anlamda “Gülüp eğlen” durumuyla özdeşleşen müzikal türünü de yapısal olarak değiştirmiştir. (Aslında müzikal dediğimiz şeye bir dinamitle yaklaşıp sonrasında ortalığı toz duman eden bir Une Femme Est Une Femme tecrübesi de vardır ama bu golün görülmesi için bir elli yıla daha ihtiyaç olduğu görülmektedir).

Trois Places Pour le 26


Les Demoiselles De Rochefort



Jacques Demy’nin Müzikal olmayan filmlerinden biri olan ve belki de en ünlüsü olan Eşek Derisi (Peau D’Ane) ise ünlü Fransız masalcısı Charles Perrault’nun bir kitabından uyarlamadır. Evlenmek istemediği birinden kurtulmak için eşek derisine bürünerek yaşamaya başlayan bir genç kızın anlatıldığı bu filme deliklerle dolu 2000’li yılların başında Trt’de denk geldiğimi hatırlıyorum. Bir müddet bakıp kanalı değiştirmiştim. Lise tecrübeme dayanarak filmi kötü ilan edebilirdim ama bir daha izleyip üzerine konuşmakta fayda var. O yüzden bu filmin üzerinden tek bir hamlede atlayıp esas filmimize gelelim, “Jacques Demy’nin müzikal olmayan bütün filmleri fena lan” cümlesini kurmamızı engelleyen filme : Lola.



Lola bir isim olarak Alman Sinemasından (Rainer Werner canım Fassbinder’in Lola’sı vardır mesela. Severiz) tutun da Amerikan sinemasına kadar birçok filmde kullanılmışsa (Hele ki bu filmler bir de melodramsa) bilin ki bunun nedeni Max Ophuls’tür. Almanya’da hayata başlayan ama 1938’de Fransa vatandaşı olan ve bu memlekette özellikle de 1950’lerde yaptığı filmlerle (Bir ara Amerika’ya gidip oralarda da güzel filmler yapmıştır) bir kuşak sinemacıyı derinden etkilemiş bu adamın en önemli filmlerinden biri Lola Montes’tir.

O zamana dek Fransa’da yapılmış “en gösterişli film” olarak bilinen Lola Montes Bavyera Kralı Ludwig II’nin metresi olan bir dansözün sansasyonel yaşamını anlatır. O güne kadar kullanılmayan sinema tekniklerinin ilk kez denendiği, fazla süslü dekorlar ve aksesuarlar eşliğinde çekilen bu film herhangi bir başarı kazanamadığı gibi Max Ophuls’ün hayatını da uzun bir maratondan alıp fevkalade bir yüz metre koşusuna çevirmiştir ve Ophuls filmi bitirdikten bir yıl kadar sonra ölüp gitmiştir. Max Ophuls aşırı titizliği, görkemli sahne tasarımlarının yanı sıra kameranın stabil halinden kurtularak hareketli bir hale gelmesini sağlayan ilk sinemacılardan biridir.  Ophuls hareketli kamera kullanımıyla Yeni Dalga’yı, daha sonra özellikle gösterişli sahne tasarımlarıyla Fellini’yi, ayrıntılara gösterdiği saplantılı titizlikle Kubrick’i, ve genel olarak Fransız Klasik Edebiyatından aldığı (Emile Zola’nın Nana kitabını hatırlayabiliriz Lola Montes’i izlerken) “yavaş yavaş düşen kadınların epik anlatımı” (Yine Lola Montes ve La Ronde) diyebileceğimiz içeriğe sahip filmleriyle birçok filmi (Yine Fassbinder’den Maria Braun’un Evliliği’ni anabiliriz) ve yönetmeni etkilemiştir.



Jacques Demy’nin Lola’sı ise ismini Lola Montes’e borçlu olmasına rağmen içeriğiyle bir başka Max Ophüls filmini işaret eder: Aşk Zinciri (La Ronde). Aşkın  bir döngü içinde aynı yolları katedip yine başa döndüğü ve bir başka ilişkide de aynı tekdüzelikte devam ettiğine dair düşüncelerden oluşan 10 bölüme ayrılmış bir filmdir La Ronde.

Jacques Demy de Lola’da Nantes’da geçen benzer bir durumu anlatır. Bir fahişe vardır (Lola) 14 yaşından beri aşık olduğu bir adamın çıkıp gelmesini beklemektedir. Bu sırada yıllar sonra karşılaştığı ve bu geçen yıllar içinde kendisine aşık olduğunu anladığı bir başka adamla karşılaşır (Cassard) . Bu aşık adama da aşık bir başka kadın vardır (Madam Desnoyer). Kocasını savaşta kaybetmiş ve kızıyla yalnız bir hayat süren Desnoyer'in 14 yaşındaki kızı ise (Cecile) Lola ile sevişen bir Amerikan askerine aşıktır. Gelin görün ki Amerikan askeri de yine bir şekilde Lola’yı sevmektedir.


Karakterler bu durumlar içinde bir apartmanın bütün odalarını turlayan bir döngüye girerler. En sonunda ise yıllardır aşık olduğu erkeği bekleyen Lola muradına erer ve diğer erkekleri bırakıp ilk aşkıyla birlikte Nantes’dan uzaklaşır. O uzaklaşırken de ona yıllardır aşık olan Cassard pis işlere bulaşmak üzere Afrika’ya gitmektedir. Lola’nın filmin sonunda mutlu mesut kocasıyla Nantes’dan arabayla uzaklaşırken elinde bavuluyla Afrika gemisine doğru hızlı hızlı ama bir o kadar da hüzünlü şekilde ilerleyen Cassard’ı gördüğü sahne belki de filmin en güzel sahnesidir. Bununla beraber Amerikan askerine aşık genç Cecile de evinden kaçmış ve Nantes’ı terk etmiştir. Kısacası herkesin Nantes’ı terk ettiği ama sadece bir kişinin yani Lola’nın mutlu bir şekilde terk ettiği bir filmdir Lola.


Yalnızca bir kişinin ya da bir çiftin mutlu olup geri kalanların yandığı bir film olan ve daha baştan Max Ophuls’e adanan Lola, Ophuls’ün anıtsal yönetmenliğine erişemese ve özellikle başrolündeki Anouk Aimee’nin (Fransızların Türkan Şoray’ı diyebiliriz. Tabii yine bahsettiğimiz yılların Türkan Şoray’ın Türkan Şoray olduğu yıllar olduğunu belirtmeliyiz) kötü performansıyla gücünü kaybetse de bir yere ulaşamayan akınların döngüsünü kusursuz anlatabildiği için unutulmamayı hak ediyor.


Hiç yorum yok: