25 Aralık 2013 Çarşamba

İyi ki Varsın İyi ki Yokum




How To Disappear Completely..

Bugün gerçek mesele var olmak değil. Varlığın ne olduğu, ya da varlık için aranan töz vs. bin yıl boyunca konuşuldu. Gelinen nokta rasyonel felsefenin de yerle yeksan olduğu ikinci dünya savaşıydı. Ardından Frankfurt Okulu vs. çıkıp aydınlanmanın eleştirisini falan yapsalar da vakit artık çok geçti. Adorno da zaten en fazla “Auchwitz’den sonra şiir yazılamaz” falan diyebildi. Yok olma, yok kılma, yoklaşma ya da siz ne demek isterseniz öncelikle edebiyatın meselesiydi. Bunu Kafka ile başlatmak mümkün. Ama işi daha eskiye götürürsek, fişi James Joyce’a takıp olayı başlatabiliriz. Ama o kadar eskiye gitmeden, Kafka’nın yokluğu ile yetinelim.

Kafka’nın şu bilinen kasvetinin, ironikliğinin falan yanında bir de beden üzerinden kurduğu bir yoklaşma “parodisi” vardır. Akla hemen Dönüşüm gelebilir. Orada bir yok olma üzerinden işleyen bir parodi mevcuttur. İnsanın ruhsal boşluğunun, bedensel bir yok oluşa “dönüşmesi” ve bunun parodisi olarak da böceğin sunulması Kafka’nın yok kılma edimini edebiyata şarj ettiği örneklerden biridir. Kitabı sadece Kafka’nın babası ile kurduğu “ödipal” ilişki ile sınırlayanlar bunu ıskalasa da, “yok” edebiyata gerçek anlamda Kafka ile girmiştir.

Kafkaesk denen şeyin bir boyutunun da bu “yok” durum olduğunu kabul edersek, diğer sanat eserlerinde karşılaşılan ve hep Kafka’ya yorulan Kafkaesk üslubun yeniden tanımlanması gereken bir kavram olduğunu iddia edebiliriz.. Steven Soderbergh’in Kafkaesk olmak için ölümüne kastığı, siyah-beyaz çekerek mutlaka kasvetli bir ortam yaratacağına inandığı “Kafka” adlı filmi “Kafkaesk” bir durum yaratmak konusunda kesinlikle başarısız olmuştu. Çünkü “Kafkaesk” bir durum yaratmanın en kolay, aynı zamanda en faydasız yolu direk Kafka’ya yönelmektir. Steven Soderbergh de Kafkaesk’i bizatihi Kafka biyografisinden çıkartmaya çalıştığı için yavan bir film çıkmıştı ortaya.

Bu kötü tecrübeye rağmen Kafka’nın edebi bir mesele haline getirdiği “yok” durumunun sinemada bir karşılığı vardır. Bu karşılık için de Coen kardeşleri bir teşekkür borçlu olduğumuzu rahatlıkla söyleyebiliriz. 2001 yapımı “Orada Olmayan Adam” (The Man Who Wasn’t There) sadece adında barındırdığı “olmayan” kelimesi nedeniyle değil, Ed karakterinde vücut bulmuş Kafkaesk “yok” ya da “artık olmayan” kavramları nedeniyle de Kafka’nın “yok” edebiyatının sinemasal karşılığıdır.

“Yok” un edebiyattaki mucidi Kafka’dır evet. Ama “Artık olmayan insan” kavramı için Kafka ya da Coen kardeşlerden çok daha öncelere, 19.yüzyıla dönüp nev-i şahsına münhasır bir Alman ile tanışmak zorundayız.




.. And Never Be Found Again

“Olmayan”ın insanın bir tanımına dönüşmesi Nietzsche’nin ortaya koyduğu bir durumdu. Onun ünlü “Tanrı öldü” önermesi, devamında dile getirdiği “bununla beraber tanrının bileşkesi, onun ürünü olan insan da öldü” sözleriyle anlam kazanır. Nietzsche daha çok teolojik düşüncenin, bilimsel ilerleyişler karşısındaki acizliğinden yola çıkar ve Hıristiyanlığın yönlendirdiği, batılı, prototip insan modelinin sonunu haber verir.

Bu haberi bazıları İkinci Dünya savaşıyla, bazıları Soğuk Savaş’la bazıları da başka bir sebeple bir şekilde aldı. Ama konunun yani “insanın ölmüş olduğu gerçeğinin” yarattığı boşluk ya da yokluk hâlâ dolmuş değil. Nietzsche “yeni insan“ konusunda bazı önerilerde bulunmuş olsa da (Üst İnsan vs.) bugün Nietzsche’nin iyimserliğine denk düşen bir model de yok. Bir modeli bırakın başka bir şey de “yok”. İnsanın yeni bir tanımı yok. (İnsanın bu “yokluğunu” en iyi fark edenlerden Foucault ne diyordu: İnsan zaten yeni bir icattır, bütün ömrü iki asrı bile bulmaz; bilgimizde yeni bir izdir ve bu bilgi yeni bir form keşfeder keşfetmez yeniden kaybolacaktır.”)

Bu yokluğu edebiyat üzerinden yorumlayan, hatta dalgasını geçen ikinci mühim ise Samuel Beckett’ti. “Adlandırılamayan”da sadece bir “ağız”a dönüşen insan, “Acaba Nasıl”da ise sadece bir “düşünme potansiyeli, olma potansiyeli” olarak sunuluyordu. Beckett da Foucault’ya yakın durur: İnsan zaten hiçbir zaman varolmadı ki!

Yokluğun bir estetiğe, bir akıma dönüşmesini engelleyen şey ise göstergesel bir kodunun bulunmamasıdır. Yokluk ancak bir “fark-ediş” ile sanatın bir meselesi olur. Bunu Kafka ya da Beckett kendi üsluplarında keşfetmişti. Ama mesela bir Fassbinder’in bunu fark edişi çok somut ve çok kişiseldir. Yokluğu, yok kılmayı kendi bedeni üzerinden fark eden Fassbinder, kendi hayatını bu yokluğun parodisi haline getirmiştir. (Parodinin hiç de mizahi olmayan, ciddi bir tarafı olduğunu da yazmıştık zamanında buralara)

Beckett “Ölmek değil de, şöyle bir yok olup gitsem hiç fena olmazdı” derken neyi kast ediyorsa, Thom Yorke da bir Radiohead şarkısına “How To Disappear Completly And Never Be Found Again” ismini koyduğunda aynı şeyi kastediyordu. Yokluğun fark ediliş biçiminin sanatsal bir hiyerarşi içinde olmaması onu daha da değerli kılar. Bir müzisyen, bir ressam ya da bir yazar “yok”u nasıl fark edebilirse, bir manav, berber ya da ne bileyim astronot da da bunu fark edebilir. Düşünce aşamasında tamamen pratik, tamamen anlaşılabilir bir şeyden bahsediyoruz: İnsan yok! Bu insanın yeniden tanımlanmasıdır bir bakıma. Bir olmayan üzerinden tanımlanması (Ama Hegelci bir “olmayan” değil bu kesinlikle. Şu an için “var olmayan” bir tarihsellik içinde kendini tamamlayacak ve var edecek insandan bahseder Hegel, biz burada öteki Alman’a güvenip “zaten-olmayan insan”ın tanımına giriyoruz)


Evet, tanı yaklaşık 250 yıl önce kondu, şimdi bunu fark-etme üzerinden, bir üretim biçimine dönüştürme zamanı. Coen kardeşler, Antonioni ve Resnais’nin bazı filmlerini, Francis Bacon’un resimlerini ya da Saul Bellow, Nabokov, Philip Roth ve Kafka’nın kitaplarını biraz da bu gözle değerlendirirsek biz de bu fark-ediş’e erişip mutlu geceler yaşayabiliriz.

Hiç yorum yok: