8 Aralık 2013 Pazar

Öyle Deme Rusluk da Zor





Şöyle bir söz var “Rusya’da zaman yavaş akar.” Bunu Rusya’ya gitmesek de Rus filmlerinden az çok anlayabiliriz. İşte Tarkovski olsun Sokurov olsun zaman ile tuhaf ilişkiler kurmuş hatta bazen onu ortadan kaldırmış yönetmenlerdir. Ama bugün bahsedeceğim film biraz daha farklı, biraz daha uç bir noktada duruyor.

Film, sevgili dostlar 1992 yapımı Papa Umer Ded Moroz (Babacığım Noel Baba Öldü). Filmi izledikten sonra kendi kendime şöyle bir cümle kurdum: Rusluk çok zor lan. Hakkaten öyle. Bir kere karşımızdaki film, öyle geç karşısına güzel güzel izle, zaman geçsin filmi değil. Hatta bilakis bir türlü geçmeyen ve içinde anlaşılabilir hiçbir şey olmayan bir film. Konusunu sorsanız derim ki, bir bilim adamı var, bir sebepten kır farelerini araştırmak için taşradaki bir kasabaya, kuzeninin yanına gidiyor ve orada bir takım tuhaf şeyler yaşıyor.

Ama bu tuhaf şeyler de öyle Amerikan filmlerindeki gibi tuhaf şeyler değil. Kendi aralarında güreşen adamlar mı dersin, erkek erkeğe yıkanan ve birbirini elleye adamlar mı dersin, büyükbaba torun arasındaki “öpme” üzerinden şekillenen ilişkiler mi dersin, bir sürü şey var. Hah, ama bir de şöyle bir şey var ki bu dediklerim aslında filmde “olmuyor.” Çünkü filmin büyük bölümü sessiz bakışmalar, uyku ve uyanıklıklardan oluşuyor. Filmin grenli-anti estetik görüntüleri de sizi yordukça yoruyor.







Peki ben yine de bu filmin neden başyapıt olduğunu düşünüyorum? Çünkü, sevgili dostlar bu film sinema-zaman ilişkisi özelinde çok eşsiz bir yerde duruyor. Filmde zamanın sunuluşu alışılagelmiş “geçen” bir şey olarak değil durağan bir şey olarak karşımıza geliyor. Filmin yavaşlığı bir yerden sonra başka bir zaman tanımına dönüşüyor. Geçip giden bir zaman yerine, neredeyse duran ve bir hareket arz etmeyen bir zaman kavramı ortaya çıkıyor. Bu genel izleyicide “sıkıcı” film algısını yaratan şeydir. Ama minimalist bir şeyden de bahsetmiyorum. Çünkü minimalist sinemada zamanın saflığına ulaşma arzusu vardır. Ama karşımızdaki filmde bizatihi zamanı yeniden konumlandıran, değiştiren ve nihayetinde durduran bir durum söz konusu. Filmin “akışı”, dramatik yapı itibariyle Beckett’i, aksiyonu itibariyle de Kafka’yı hatırlatıyor. Aslında filmde gerçekten de bir şey olmuyor, zaman mefhumu da o yüzden tuhaflaşıyor.

Şimdi bu Rusya dediğimiz ülke öyle diğer ülkelere benzemez. Çünkü Rusya dediğimiz şey aslen bir boşluktur. Coğrafi açıdan yerleşim yerlerinin oluşturduğu alan yüz ölçümünün sadece %16’lık kesimini kapsar. Geriye kalan %84 tamamen çorak araziler, ormanlar, buz denizleri ve sürekli kar yağan bazı dağlar, ovalardır. İnsan denen şey bu büyüklük içinde hiçbir önemli noktayı teşkil etmez. İşte bu yüzden Rusya’da dünya bildiğimiz dünya değildir. O koskoca boşlukta zamanın akışı da ne Avrupa ne Amerika ne de başka bir yerdeki gibi olmaz. Soğuk ve boş, Rusya budur. İşte bunu bir bilim-kurgu formatında da olsa bütün gerçekliğiyle ortaya koyan az sayıdaki eserden biri de Papa Umer Ded Moroz’dur.


Filmin alt metnine baktığımızda elbette Sovyet sonrası ortada kalan bir sürü kimyasalın yarattığı tedirginliği bulabiliriz. Film içinde diyalog namına bir şey olmadığı için, sözlü olarak duyduğumuz yegane şeylerden biri, bir radyodan yapılan köstebek uyarısı oluyor. Köstebeklerin tarım alanlarını yok ettiği ve onlara karşı üretilen bir kimyasalın bitkilere değilse de insanlara karşı zararlı olduğu falan söyleniyor. Biz de böylece bütün o tuhaf davranışların sebebinin belki de o kimyasal olduğu çıkarımını yapabiliyoruz. Fakat işin siyasi boyutu bir tarafa, filmi saran endişenin Kafka’yı hatırlatan kasveti, geçmeyen zamanın da, sona eren hareketin de alâmetifarikasına dönüşüyor.


Özneden bağımsız bir zaman yoktur sevgili dostlar. Şimdi çeşitli filozoflar ya da yazarlardan size bunu kanıtlayacak bir sürü argüman sunabilirim. Fakat sunmak istemiyorum, sadece bana inanmanızı istiyorum. Zaman bazı güçlerin elinde yönlendirici bir konum için kullanılmıştır. Sabah – Öğle – Akşam gibi şeyler bundan yaklaşık 3000 yıl önce ortaya çıkmış şeylerdir. Günlerin saatlere bölünmesi, 24 saat anlayışı da Arkaik dönemden itibaren yaygınlaşmaya başlamıştır. Bugün ise zaman “kullanılabilir” bir noktaya gelmiştir. Düşünelim şu sözleri: “Zamanını boşa harcama” “Zamanını iyi kullan” “Zaman gelip geçiyor dikkat et bak” “Zaman kötü..” İşte tüm bu laflar yönlendirilmiş ve hükme alınmış zamanın sancılarıdır. Sorsanız mesela Hangi zaman? Diye hiçbir şey diyemezler. Hakkaten de bak hangi zaman? Bu zamanı zaten sen yaratmışsın, onu bölmüş, ne bileyim “iş hayatı” mefhumuna özdeş kılmışsın. Zamanın “bulunabilir” olmasını bile sağlamışsın. (2000’li yıllarda en sık kurulan cümle: Zaman bulamadım). Kısacası bütün bunlar yalan dostlar. Göte geliyosunuz haberiniz olsun.


Filme dönecek olursak, film Rusya’da gösterime girdi mi onu bilmiyorum. Hatta bu filmi toplamda 40 kişiden fazla insan izlemiş midir onu da bilmiyorum. Ben filmi bir tesadüf eseri bulduğum için yönetmen şu bu hakkında da çok bir şey bilmiyorum. Sadece gece 2 sularında “Ben bu filmi ne diye indirmişim acaba” diye açınca tanık oldum filme. Aslında şöyle oldu, tam yatmak için hazırlanıyordum ki, şöyle karanlık, abuk sabuk bir filmle kendime çeşitli kötülükler edeyim diye film klasörüne baktım ve anında bu filmi buldum. ışığı kapatıp izleyince de amaçladığım şeye ulaştım. Film bittiğinde saat 3:30 olmuştu ve kendi kendime ikinci bir cümle kurarak “Ben niye böyle şeyler yapıyom lan” dedim. Ama bütün bunlar, dediğim gibi filmin çok iyi olmasını engellemiyor. Siz de gece sularında, ışıkları kapatıp izlerseniz, hayatı ve zamanı sorgulayabilir, kendi kendinize “Bu dünya yani şimdi..” gibi şeyler söyleyebilirsiniz. Ya da hiç izlemezsiniz. İşte bu çok daha ilginç bir dünya olur. 

Hiç yorum yok: