12 Temmuz 2012 Perşembe

Ki Ölenler Vardı Sularla Küçüklüğümün Oralarda


Capote’nin edebiyatta yaptığına benzer bir şeyi sinemada yapabilen biri olsa ne hoş olurdu. Bu şey ne diye sormayacaksınız elbette. Ama ben yine de açıklayacağım izninizle. Capote’nin çocukluğu anlattığı kitapları var ya hani. Neredeyse bütün kitaplarını sayabiliriz bu bağlamda. Çocukları değil ama dikkatinizi çekerim “çocukluğu” anlattığı kitaplar. Onları sevimli, saf ya da başka bir şey olarak değil sadece çocuk olarak gösterdiği kitaplar. İşte Çimen Türküsü, Başka Sesler Başka Odalar bir sürü de öyküsü. Hepsinde karşımıza çıkan çocuklar, olan bitenin merkezine yerleşirken, Sinemada bunu yapan bir yönetmenin olmamasını neye yorabiliriz?





Bir sürü itiraz yükselebilir elbette. Bir sürü film sayılabilir çocuklarla ilgili. Ama “çocukluk” ile ilgili film yapan ve bunu yaparken hiçbir manipülasyon ya da yoruma kaçmayan bir yönetmen bulmamız çok zor. (Film bulabiliriz elbette. Ama bu konuları kendine dert edinmiş ve bu damardan ilerleyen bir yönetmen bulamayız sanırım) Hatta bu cümleleri yazarken tekrar düşündüm ve gene bulamadım. Hepinizin aklına hem filmleriyle hem de kitaplarıyla Harry Potter serisi geliyordur sanırım. Bu ticaret olayını bana çocukluk ya da çocuklarla ilgili bir şeymiş gibi sunan kişiye aşağı yukarı şöyle bir tepki verirdim sanırım: He he.


Çocukluk denen şeyi anlatmak ya da göstermek için şekilsiz bir dürüstlük gerekir. Böyle bir dürüstlük ise “toplumsal ahlâk yasaları”na aykırı düşebilecek bir sürü şeyi içinde barındırır. Çocukluk insanın geçirdiği bir evre olmaktan öte bir durumdur. Ve genel oluşum sürecinde insanın bir parçası değildir. Belirli bir süre içinde başlayan ve biten bir şeydir. Bağlı olduğu vücut gelişimini sürdürse de çocukluğun başlayışı ve bitişi bağlı bulunduğu vücuttan azade bir seyir izler. Mühim bir Fransız’ın yazdığı kitaba “Çocuklar ve İnsanlar” adını vermesi de az çok bu saydığım nedenlerledir.


Yine de “çocukluk” üzerine yapılmış ve iyi yapılmış bir filmden bahsetmek isteseydik aklımıza gelen ilk filmlerden biri “Where The Wild Things Are” olurdu muhakkak.  Maurice Sendak'ın acayip masalından uyarlanan bu Spike Jonze filmi “çocukluk” üzerine yapılmış en değerli işlerden biri olarak dikkat çekmekte.







Ailesiyle sorunlu bir çocuğun bir gece evden kaçması ve uzun yollar, denizler geçtikten sonra bir adaya varıp orada başka türden canlılarla üçüncü türden ilişkiye girmesini anlatan bu film her noktasına sinmiş “mutsuzlukla” yakalıyor izleyiciyi. Saflığın, neşenin ya da mutluluğun yılları olarak sunulan çocukluk (Bkz: Çocuklar gibi neşeli, Çocuklar gibi mutlu, Çocuklar gibi…) yılları aslında hiç de böyle şeylerin yaşandığı yıllar değildir. Bir sürü psikolojik vs. rahatsızlığın temelinin çocuklukta yaşanmış ya da yaşanamamış şeyler olduğu artık kanıtlanmış bir şey. Bir noktada bütün mutsuzlukların ve acıların kaynağı olması gereken çocukluğun bu denli neşe ve sevinç ile anılması bir illüzyondur.


Where The Wil Things Are bu anlamda bütünüyle dürüst bir film. Alice, harikalar diyarında mutlulukla dolaşır ya da keşfederken bizim kahramanımız Max keşfedilecek çok da fazla bir şey olmadığını fark ettiğinde filmin bütününe sinen kırılganlık ilk sinyalini veriyor. Kolay incinen ve alabildiğine mutsuz yaratıklarla geçirdiği süre içinde Max’in keşfettiği tek şey ise arkadaşlığın değeri oluyor. Ne aşk meşk ne de başka türden bir ideal. Sadece birbirlerini kaybetmemek için çabalayan mutsuzluklarına başka kılıf uydurmayan yaratıklar Max’i kralları ilan ettiklerinde ilk kez gülüyorlar. Çünkü Max’in onlara gönderilmiş ve mutluluğu getirecek kral olduğuna inanıyorlar (“O bizi bütün üzüntülerimizden kurtaracak Ira”) Bu inançları da hayal kırıklıkları eşliğinde sona erdiğinde geriye yine arkadaşlık kalıyor.


Böylesine bir filmden “mutluluk” duymak ise tuhaf bir şey.  Filmin kendisi size bu duyguyu vermese de böyle bir filmin yapılabildiği bir dünyada yaşamak belki de mutluluk verici bir şeydir. Ya da değildir. Bilemiyorum.






Hiç yorum yok: