23 Temmuz 2012 Pazartesi

Dans Etmeden Önce Üç Fransız Bir Gülümseme



İki yıl kadar önce Köşk’te Rumba’yı gösterdiğimizde salondaki yaklaşık 4 kişilik izleyici topluluğuna Slapstick’ten bahsetmiştim. İnsanı durduk yerde gülümseten Rumba filmini de bu türün Avrupalı bir örneği olarak telaffuz edip sunuşumu tamamlamıştım. Elbette atlanmaması gereken Jacques Tati etkisi de vardı filmde.  Ama bu durum, öyle sanıyorum, o kadar da ilgilendirmiyordu 4 kişiyi.




4 kişilik izleyici neyse de asıl talihsizlik Rumba’nın ülkemizde gösterime girmesiydi. O yılın en az seyirci toplayan filmlerinden biri olarak Rumba ne seyircilerin ne de eleştirmenlerin dikkatini celp edememişti.






Ama şöyle de bir şey var ki Rumba şahane bir filmdi. Bana sorarsanız artık bir filme iyi ya da kötü demek Recaizade Mahmut Ekrem’in bir kitabının Post-Modernizm kapsamında değerlendirilmesi gibi bir şeydir. Artık sanat için önemli olan "fark" ı ortaya koymaktır. Can sıkıcı olan şey süreğen vasatlıktır. Bu vasatlık bir anlamda göstergenin sadece ifade ettiği “iyi” nin bir yanılsamasıdır. Zaten iyi ya da kötü lafları kendi başlarına bir şey ifade etmez. İşaret ettiği noktanın genel geçer bir “anlamı” olmasını sağlar. Anlam moda gibi bir şeydir. Değişmekle zemin bulur ve altı epeyi boştur.



Rumba’yı  Dominique Abel, Fiona Gordon,  Bruno Romy adlı üç Fransız yapmıştı. Filmin başrolünde de bu üç kişi vardı zaten. Hareket kaynaklı komedilerde iki tür problem vardır. Ya hareket çok fazladır ve izleyiciye bir alan bırakılmaz. Ya da hareketin güzergâhı hep espriler üzerinden ilerler ve yine seyirciye bir “gülme” alanı bırakılmaz.




Rumba’nın yaratıcı üçlüsü ise Chaplin’den aldıkları geleneği bir hayli modernleştirerek masalın ritmine uygun sekanslar yaratıyorlar. Bu sekanslar bazen sıfır hareket ile geçiyor. Kameranın durduğu yer bile belirli bir mizah yaratıyor. Bu anlamda Rumba tam anlamıyla bir durum komedisiydi. Kameranın o andaki "durumu" bile bir espri olabiliyordu sonuç olarak. 










Bedensel hareketler üzerinden ilerleyen bu filmleri sevmenin ilk şartı ise karakteri ya da karakterleri sevmektir. Şarlo’yu sevmediğiniz sürece ilk dönem Chaplin filmlerini de sevemezsiniz. Rumba’da da aynı şekilde eğer Fiona ve Dom’u sevemezseniz filmi de sevme şansınız kalmıyor. Ama seyircinin böyle bir lüksü yok sanırım. Çünkü hem Fiona hem de Dom, nasıl derler, sevilmeyecek adamlar değiller.




 
Bruno Romy, Fiona Gordon, Dominique Abel,   


Aynı üçlü geçtiğimiz sene yeni bir film yapmışlar. Adı : La Fée. (Aşk Perisi), Fiona bu kez bir peri rolünde. Geceleri bir otelde resepsiyonist olarak çalışan Dom’un yanına geliyor ve ondan üç tane dilek istiyor. Sonra da olaylar gelişiyor.




(Türkiye'de "Aşk Perisi" diye oynadı! Ne diyeyim?)




Üçlümüz dans kökenli olup, Sinema ile çok yakın bir ilişkide olmadıkları için filmler içinde göze batan uzun sahneler ya da zorlama şeyler bulunabiliyor. Mesela La Fee’nin başında, Dom yaklaşık on kez sandviçini yarıda bırakıp kapı ya da telefona bakmaya gidiyor. İlk dört gidişi komik olsa da sonraki hamleler izleyicide “e yeter anladık” tepkisi yaratabiliyor. Ama işte dedik ya, adamları sevmelisiniz diye. Ne kadar uzatsalar da izlemeye devam ediyorsunuz.








Bu güzel üçlünün ileride ne tür filmler yapacaklarını bilemiyorum. Ama aynı yoldan giderlerse filmik ritmi yakalayacakları ve kendi türlerinde ustalaşacakları kesin. Ama başka bir türe yöneldikleri zaman da gayet iyi işler çıkaracaklarını tahmin etmek zor değil. Yeter ki böyle güzel kalsınlar.


Hiç yorum yok: