9 Temmuz 2012 Pazartesi

Mademoiselle Albertine Gitti

Edebiyat – Sinema ilişkisi hakikatte “Ters” bir ilişkidir. Bu Ters lafını istediğiniz her anlamda alabilirsiniz.


Edebiyat – Sinema ilişkisinin uyarlama üzerinden vücut bulduğunu biliyoruz. Hesaplanmıştır muhakkak ama bir edebiyat eserinden uyarlanan film sayısı herhalde totalde çekilen filmlerin yarısını oluşturur.


Uyarlama çok alengirli bir iştir sayın okuyucu. Herhangi bir yeteneği refüze edebileceği gibi yeteneksizliği de kamufle edebilir. Mesela Milos Forman. Forman bugün iyi bir yönetmen olarak kabul görüyorsa bunların nedeni çok bilinen iki tiyatro oyununu (Hair ve Guguk Kuşu) ve yine çok bilinen bir müzisyenin hayatının anlatıldığı bir kitabı filme uyarlamış olmasıdır (Amadeus). Bu “uyarlamacı” yönetmen daha çok kitabın ya da oyunun ruhuna sadık kalmakla övülür. Başarısı da bir anlamda bu sadakate bağlanır. Ama şu da var ki Forman’ın çok iyi bir uyarlamacı olması aslında çok iyi bir yönetmen olmadığını, nev-i şahsına münhasır bir sinema algılayışının olmadığını da gösteriyor bizlere. Kitapların ya da oyunların “ruhlarına” duyduğu bu sadakat kendi ruhunun yaptığı işe sirayet etmesini engelliyor. Ya da böyle bu ruh zaten yok o yüzden de uyarladığı şeylerin ruhuna çok fazla önem veriyor. Her iki sonuç da Milos Forman’ı yaratıcı ve yetenekli bir yönetmen olmaktan alıkoyuyor


.

Bana sorarsanız uyarlama denen şey bir illüzyondur. Mesela Proust’un Kayıp Zamanın İzinde eserini düşünelim. Serinin altıncı kitabı Albertine Kayıp şu cümleyle başlar : “Mademoiselle Albertine gitti”. Kitap bütünüyle bu cümle üzerinden şekillenir. Olayların başlangıcı, gelişimi ve sonucu hep bu cümle istikametinde seyreder. Şimdi bir yönetmen düşünelim, bu yönetmen Albertine Kayıp kitabını sinemaya uyarlamak istesin. Bu “Mademoiselle Albertine Gitti” cümlesini nasıl yedirecek filmine? Ya da bütünüyle kelimelerin gücüne yaslanmış bu tip bir cümleyi nasıl görselleştirecek?



Bunun iki yolu var aslında. Milos Forman örneğine dönelim yeniden. Forman büyük ihtimalle açılış sekansında hüzün içinde bir adamı gösterir. Kısa bir sessizliğin ardından bu adam kendi kendine ya da kameraya bakarak  puslu bir sesle kurar bu cümleyi: “Mademoiselle Albertine gitti.” Sonra Forman, kitapta  olay olarak görülebilecek birkaç şeyi de toparlar ve bu terk edilmiş adamın hüznünü mimikler vs. ile görselleştirmeye çalışarak filmi harcardı.



Diğer yol ise yaratıcılığa ve biraz daha yetenekli bir yönetmene ihtiyaç duyar. Bu yönetmen bilir ki böyle bir kitabı filme uyarlamak mümkün değildir. Ve yine bilir ki “Mademoiselle Albertine gitti” gibi güçlü bir cümlenin görselleştirilme imkânı yoktur. Bütün bu tespitlerin ardından yapacağı ilk şey ise bir uyarlama yapmak yerine kitabın kendi üzerinde bıraktığı duyguları dramatik yapıya yerleştirmek, bir anlamda filmin atmosferi haline getirmektir.  Bunu da kitapta olan bitenlere sadık kalarak değil kitabın kendisinde bıraktığı duyguların kronolojisine sadık kalarak yapmaya çalışır. Mesela Kayıp Zamanın İzinde’nin beşinci kitabı Mahpus’u uyarlayan Chantal Akerman tam da buna benzer bir şey yapmıştır. Ya da Fassbinder Jean Genet’nin uyarlanamaz kitabı Denizci’yi filme alırken “Jean Genet’nin Denizci kitabı üzerine bir film yapma girişimi” olarak sunar yaptığı filmi.





 Bir kitabı uyarlamak yerine o kitaptan yola çıkarak film yapmak hem daha sağlıklı hem de daha yaratıcı bir deneyimdir. Michael Winterbottom Tristam Shandy’i film yapmak istediğinde kitabı uyaralayamayacağını elbette biliyordu. Neredeyse hiçbir olayın olmadığı böyle bir kitabı başka bir biçimde filme almak zaten mümkün değildir. Çünkü kitap uyarlamaya değil, ancak ondan yola çıkmanıza izin veren bir yapıya sahip. Başka türlüsü gelmez kişinin elinden. Bu noktada edebiyatçının yeteneği de önem kazanıyor elbette. Proust, Beckett, Woolf, Joyce, gibi yazarların kendi yarattıkları dünyalar edebiyat dışında bir zeminde “zorlama” sonuçlara neden olabilir. Mesela rus yönetmen Balabanov’un Beckett’in bir oyunundan uyarladığı Happy Days filmi bu “zorlama” nın örneklerinden biri olarak sayılabilir. Rusya gibi aslında Beckett ruhuna gayet uygun bir ülkede yapılan bu film maalesef bu ruha yaklaşmayı bile beceremeyen sıkıcı bir deneme olarak akılda kalıyor.




Bir uyarlamanın değeri yola çıktığı eserden uzaklaştığı ölçüde artar. Aynı şekilde bir kitabın değeri Sinemanın uyarlama lanetinden uzaklaştığı ölçüde ortaya çıkar. Çizginin net olarak çekilmesi her iki sanatın da yaratıcı bir damar üzerinden gelişme göstermesi için elzemdir.






Hiç yorum yok: