12 Aralık 2011 Pazartesi

Annie Hall Gösteriminden Cafer'e Mektub

Kardeşim Cafer,


Bugün günlerden Çarşamba. İnsanlar yine var dünyada. Bazıları yürüyor. Bazıları duruyor.


İnsanın 13 aylı yılları var. Bu yıllar uzun sürermiş.





Sinema dergisi geçen ay özel bir ek yapmış. İşte seyirciye göre Türk sinema tarihinin en iyi 100 filmi nedir onu sormuşlar. Bunu da bir kitap gibi basıp ben diyeyim 20 öbürküsü desin 25 tl’ye satıyorlar. Kitapçıda karıştırdım biraz bu kitap-eki. Bir kere içinde sıfır emek var. Ben burdan anket yapsam alıp onları bir yere bassam muhtemelen yine benzer sonuçlara ulaşılırdı. Yani araştırmacı bilmem ne durumları falan kesinlikle yok. Neden bu filmler seçilmiş? Hangi sosyal tabandan hangi film daha çok oy almış? YOK. Hayatında kaç tane film izlemiş,kaç tane yönetmen tanımış bu oy verenler? O da YOK. “İnternetten yap anketi bas dergiye sat 20’ye” döngüsü. Ticaret döngüsü. Allah sizi ne etsin döngüsü. Neyse. Şaşırtıcı sonuç var mı? Elbette yok kardeşim Cafer. Birinci Eşkıya ikinci Selvi Boylum Al Yazmalım olmuş. İlk 10 içinde Masumiyet var hatırladıklarımdan. Ve ve ve Ağır Roman!




Hakaretamiz olmadan nasıl söylenir bilmiyorum ama Ağır Roman’ı en iyi 10 Türk Filmi arasına sokan zihniyet Tanzimat’tan sonra memleketimizde ne kültürel ne de sanatsal herhangi bir gelişme olmadığının göstergesidir. Sıradan bir romanın ucuz,sahte,beş para etmez bir uyarlaması. Mustafa Altıoklar denen burjuva kolej çocuğu gidiyor Kolera’ya 2 ayda çekiyor filmi. Hatta oyuncu kadrosunda yer alan Serra Yılmaz “çoluk çocuk bunlar,film de hiç umurunda değil Mustafa’nın,maksat “aha film yaptım” demek” diyerek ayrılmış filmden. Galatasaray Lisesi mezunu olduğu için bütün kültürel tarihin sahibi bir bilge gibi davranan,çene ishalinden muzdarip,kemalist,anarşik Okan Bayülgen büyük ihtimalle hayatında ilk kez gittiği o sokaklarda “incelikli hayta” ayaklarına 17 yaşında bir çocuğu oynuyor 36 yaşında olduğuna hiç aldırmadan. Konuşmaları muhallebi çocuğu kıvamında kibar Salih karakteri Bayülgen’in elinde can verirken,kurgu yerlerde,senaryo çöplerde sürünüyor.




Ve bu film, kardeşim Cafer, seyircinin seçtiği en iyi 10 Türk filminden biri oluyor. Sen bu seyirciye güvenip ne yapacaksın. Godard koyduk Petzold koyduk ayakları yapıyoruz ya biz. E ulan koyuyosun da bana mı koyuyosun birader. 1500 kişi gelse ne olacak o filmlere. Memleketin gerçeği Ağır Roman . Bıçak kemiğe dayandığında “yemişim seyirciyi”de diyoruz ama sonuçta onlar gelince başlıyor film. Aslında şov lan bunların hepsi. Valla bak. Şov yapıyoz. Aha biz bu filmleri biliyoruz,şöyle filmler bunlar,bakış açısı,imaj,kavram yaratımı falan filan şov işte hepsi. Evde kendi kendine anlatsan sapık olursun. Oraya adam gelince ehim ehim anlatıyoruz işte. Bu yazılar da öyle. Şov işte. Kitabı da,şiiri de,filmi de,heykeli de,şov, şov, şov. Ama niye? İşte onu ben de bilmiyorum. Eskiden olsa “kızlar için” falan derdik ama yok o da değil. Kızın ne işi var zaten Godard gösteriminde. Onlar Mötbe’de Genco Erkal falan izlerler o sırada. E olay ne o zaman. Paylaşım desen bir bok paylaştığımız da yok. Anlatıp duruyoruz. Sonra onlar da anlatıyor bişeyler. Sonra da dağıl kaptan. Dışarıdan bakınca saçma sapan şeyler yaptığımızı anlıyorum. Ama araya şöyle hayati bir durum giriyor ki yaptığımız her şeye böyle baktığımızda, zaten her şeyin de saçma sapan olduğunu görüyoruz. Yemek,içmek,işemek,yürümek, 70 kişi bir odaya girip yaklaşık 2 saat boyunca bir şey anlatan birini dinlemek,arabaya binmek,metroya binmek,ata binmek,paraşüte binmek… Hepsi kardeşim Cafer,hepsi saçma sapan değil mi. Evet öyle. Ölmeyi bile başaramadığın için seyretmeye devam ediyorsun. Sonuç da bu oluyor haliyle. Gösterimleri bitirdin diyelim, yemeyi,içmeyi,işemeyi,doğurmayı,ayakkabı bağlamayı durdurabilecek misin. Aha bak bunu durdurursun (Soru işaretim bile yok artık. Öyle soruyorum bu tip soruları,anlıyorsun değil mi Cafer).






Hegel demiş ya “Varlık, var olmayan ise varlık olmayan, var’dır. Çünkü varlık, var olmayan var’dır.” Böylece anlıyoruz ki varlık, var olmak için varlık olmayanı olumsuzlamalı ya da başka bir deyişle değillemelidir. Sonuç olarak “varlık, olmayan var’”dır. Ya da kesin bir sonuç olarak varlık, yoktur ve bütün hikâye varlığın var olma hikâyesidir. Varlığın hikâyesi ise varoluşun,oluşun hikâyesidir. Hegel’de tarih de,oluşun kendisidir ,varoluşun kendisi insanın tüm hikâyesidir,tarihidir. Bu sinemaya,bu ülkeye,bunların hepsine baktığımızda Hegel’e az da olsa hak verebiliriz. Ama daha da kötüsü Hegel öleli neredeyse 200 yıl oldu ama biz bu memlekette hâlâ daha var olamadık. Hikâyemizi,kendimizi gerçekleştiremedik. Bu hüznün tarifi ancak Jean Seberg’in yüzü ile yapılabilir. Aç seyret Cafer : “Günaydın Hüzün”. Jean Seberg seyret. Başka da yapacak bir şey yok.











Estetik üzerine bir kitap yazıyorum,kardeşim Cafer. Toplamda 1700 sayfa olacak. Alıcam Stoacılardan gelicem buraya kadar. Bu estetik denen şeyi (pek şaşırmayacaksın bu işe) Baumgarten diye bir Alman ortaya atmıştı 1750 yılında. O yıllarda ben de o civardaydım alıp okumuştum bu adamın Aesthetica denen kitabını. Başta anlamamıştım ama sonraki yıllarda beliren gelişmeler Modernizm sonrası her şeyin aslında Estetik bir durum olduğunu gösterdi. Gösterdi çünkü estetiğin tehlikesi hemen fark edildi (iktidarlar demeyeceğim) “güçler” tarafından. Olup biten her şeyi insanların kişisel deneyimine,öznel görüşlerine bırakmak olacak şey değildi. Yasalar koyan bir akla (ah Kant ah) ihtiyaç vardı. Beğeniler herkesin keyfine bırakılamazdı. Zira “Güçler” (yine iktidar demeyeceğim) kendi amaçları için “duyulur” olan hayatı hesaba katma gereği duyar.,çünkü bu hayatı anlamaksızın hiçbir tahakküm güvenilir olamaz. Böylece “duygular ve duyumlar” dünyası kesinlikle “öznel olan”a bırakılmayıp bizzat aklın kendisinin “görkemli” kavrayış gücü içine sokulmuştur. Bir sürü filozof, kuramcı bir estetik kitabı yazmıştır Cafer’im ama 1750’de Baumgarten’ın dediği “estetik” günlük yaşamın amentüsü olmuştur. Enformasyona sokulan bu “estetik” kavramı hâlâ daha küfredip durduğumuz filmlere,kitaplara,şiirlere bir savunma menzili oluşturmuştur. Şöyle bir şey “ Aklım var,kendi beğenim de var ve ben bunu beğeniyorum” . E ama şeker kardeşim sana sunulanın ilk olarak bir “estetik süzgeç”ten geçtiğini ve o süzgeci elinde tutan bir “gücün” olduğunu,o güç onu senin önüne koydu diye beğenmesen de yemek zorunda olduğunu anlamıyor musun? O aklın sende olduğunu kim icat etti de soktu kafana? O akılla nereye kadar düşünebileceğini ya da düşünce konusunda ilerleyebilmen için önüne nelerin kim tarafından konulduğunu biliyor musun? O önüne konanlarla gidebileceğin yerin sınırını (düşüncede bile) kim belirliyor,onu biliyor musun? Ve sonuç olarak o kendine ait sandığın estetiğin bile nasıl zihnine gelip yerleştiğini (benim düşüncem benim estetiğim deme döverim akabinde gülerim) düşünmüyor musun? Ha? (Bunlar kaymaklı soru işaretleri) Lenin adlı kuzenim ölümüne yakın şöyle bir şey demişti “Etik geleceğin estetiğidir” Ha? .Ha Cafer ha. Bunun üzerine biraz düşünelim istersen. Ha.





Gösterime gelince,gösterim iyiydi,hoştu. Herkes oldu. Herkes önce oturdu sonra kalktı. Vardı bu herkes. Ben de vardım. Hepimiz Hegel ile ilintili olarak var’dık. “İyi ki varsın ,iyi ki yokum” kardeşim Cafer.



Mutlu geceler.

Hiç yorum yok: