14 Aralık 2011 Çarşamba

Bütün Olanlar Böyle

Bir de şöyle bir şey var. Eskiden (ama çok eskiden) bu mağara duvarlarına çizilen resimler bence bir gergedan tuhaflığına denk gelen türden acayipliklere yol açıyor. Şöyle ki, ben bu resimleri günümüzün birçok sanatsal aktivitesinden çok daha yenilikçi ve yaratıcı buluntuluyorum.


Mesela uzağa gitmeden şöyle ege kıyılarına doğru ilerlersek Anadolu’nun ilk Prehistorik kaya resimleriyle karşılaşıyoruz. Ama bunlar çok acayip. İzmir’in 150 km güneyinde Latmos (günümüzde Beşparmak dağları denmektedir) dağlarının eteklerinde çeşitli kayaların üzerinde ya da mağaraların içlerinde bazı resimler bulundu. Bu resimlerden bazılarını paylaşayım da anlatmaya çalıştığım şey biraz daha açıklığa kavuşsun.








İşte bu resimlerde belirli şeyler tasvir edilmiş. Ama Kadın-Erkek çiftleri olsun. Tanrı betimleri olsun. Herhangi bir “özel” uygulamaya maruz kalmamış. İlkel deyip geçmek çok kolay. Ama çizgilerin birbiriyle alakasızlığı ve her açıdan düzensizliği bir “tanımlama” öncesi durumla karşı karşıya olduğumuzu açıkça gösterir.


Ne Kadın ne Erkek ne Tanrı ne de Hayvan daha tanımlanmamış .(Bu felsefenin Moral İnsan dediği şeyin tam tersidir. Henüz bir varlık olarak ya da tür olarak tanımlanmamış bir insan ve onun yaptığı sanatsal hareketlerden bahsediyoruz) Hepsi birbirine karışmış bir düzensizlik içinde. Perspektif sıfır. Bakış dediğimiz şeyde tamamen bir saflık var. Çizgiler var, sadece çizgiler. Her insan ya da tanrı bir çizgi sadece. Günümüzde sanatın ve dolayısıyla sinemanın kaybettiği şeyin işte bu “bakıştaki saflık” diyebileceğimiz şey olduğunu düşünüyorum.


Bakış sadece tanımlamaya dönüştüğünde bir noktada “arzu nesnesini de kaybetti” nasıl ki cinsellik bir eksiklik olarak yorumlandığında arzu hakiki nesnesini kaybettiyse sanat da “tanımlar” üzerinde harekete geçince arzu nesnesini kaybetti. (Çizgiler büyüdü de büyüdü. O büyük boyutlu resimlerde,mimaride“ihtişamın” sadece bir parçası haline geldi. Çizginin işlevselleşmesi acı verici bir durumdur güzelim Cafer.) Geriye de “hüzün kaldı” ama bu hüznün melankoliden farkı var. Çünkü burada bir “kaybedişi” (bu öyle Kaybedenler Kulübü türünden beatnik-ergen kaybedişi değildir canım Cafer.) imleyen bir hüzünden bahsediyoruz.



Bu kaybedişin farkında olan (“Fark eden” Fark-etmek üzerine de yazmıştık bir şeyler) Bir sürü insan var ya da ben izleyince,dinleyince falan öyle düşünüyorum. Bir Bresson filminde mesela bu “yitip giden şey” hüznünü rahatlıkla görebilirsiniz. Kaybolan şey bazen masumiyettir bazen de masumiyetin sadece tanımlanmış şekli. Ya da bir müzik parçasında o “kaybolanın” çizgisini yakalayabilirsiniz. Zbigniew Preisner mesela ya da ben kendi adıma çok daha aktüel bir örnek olarak Sakin grubunu verebilirim. Ya da birkaç dizede :



“Bugün Pazar kendimi selâmlıyorum
Ve sanki kendimi tekrarlıyorum durmadan
İşte bir sarmaşığın son yaprağı gibi
Güneşe, öyle birden ki güneşe
Bir erkek,bir dişi olduğum zaman.”



Sanat kaybolandan geriye kalandır desek fazla klişe olur sanırım. Ama maalesef öyledir. Klişeden bile üzücü ve kötü olan ise, kaybolanı fark-etme yetimizin bile neredeyse sona erdiğidir, kardeşim Cafer.



Mutlu geceler.

Hiç yorum yok: