10 Aralık 2012 Pazartesi

Bu Denizi Barbara Ayaklarını Soksun Diye Getirdim


I

Bütün bunlar bittiğinde bütün bunlar böylece bittiğinde. Hepsi için, Annie Hall için Dreamers ya da Vivre Sa Vie için. Yemekten sonra hemen yatıverdiğimiz. Kapı aralıklarından, duvarlardan bütün duvarlardan biliyorsun bu duvarlardan, hepsi bittiğinde hiç olmadığı kadar duvarlardan. Zincirlerden halkalardan biri. Evet işte böyleymiş dendiğinde. E ne olabilirdi ki dendiğinde. Aklın yine balıklara takıldığında. Kesilmiş saçlar için başlamadı bile. Ne nerede hepsi göremediğimiz. Hem sonra neden görelim. Hiç görememekten aşındığında. Kaldığında o bitmemiş. Hiç mi evet hiç. Yürüyüşlerle durmalarla o çocukları çağırınca. Hepsi için Barbara izle.

Peter Handke- Solak Kadın









II


“Su böyle işte, başka türlü değil”. (Vermeer’in bir bilim adamı olan arkadaşı etmiş bu lafı. Mikroskop ile arkadaşının iddiasını inceleyen Vermeer bu lafın ardından sarıya yönelir ve su ile ilgili şaka ve resim yapmaktan vazgeçer)





III


Bir koluma n’aber yazdım öbürüne Wes Anderson



Wes Anderson’a karşı hissettiğimiz şey bir sevgi ya da saygı değil aslında. Tamam filmlerini seviyoruz. Onları bekliyoruz.  Ama bizim hissettiğimiz şey bir imrenme, hatta kıskançlık. 

Neden böyle derseniz cevabı çok basit: Çünkü Wes Anderson çoğumuzun aksine hayal ettiklerini gerçekleştiren bir adam. O da çocukken okumuş bişeyler. İşte Küçük Prens’i ya da Alice Harikalar Diyarında’yı. O da büyüyünce dalmış Godard’a, Satyajit Ray’e ya da Ozu’ya. Yutmuş Fitzgerald’ı da, Salinger’ı da.. Arada Felsefe falan da okumuş. Jason Schwartzman, Owen Wilson gibi dostlar edinmiş.

Bunları birçoğumuz da yapabilirdik. Ama Wes Anderson başka bir şey yaptı. Bu izlediklerini, okuduklarını falan hiç unutmadı. Ve onlardan aldıklarıyla, biriktirdikleriyle öyle filmler yaptı ki bizler evlerimizde pencereleri açtık. Hepimiz hayal ediyorduk bunları, yani işte çocukken bir izci kampından bir kızla birlikte kaçmayı, acayip aşklar yaşamayı. Biz de New York üst sınıfından bir ailede büyümenin nasıl bir şey olduğunu merak ettik. Biz de üvey bir kız kardeşle birlikte büyüsek nasıl olur diye düşündük. Biz de denizlere açılıp çeşitli maceralar yaşamayı, Hindistan yollarını trenle aşıp çeşitli badireler atlatmayı istedik. Ama hepsini evimizde ya da yolda yürürken hayal ettik. Bu Wes Anderson denen adam ise geldi ve hepimizin hayallerini harika filmlere çevirdi. Hâla muallaktayız. Bu işe sevinmemiz mi lazım üzülmemiz mi. Belki de ikisi birden.

Moonrise Kingdom mesela. Şimdilik son filmi.  Bir Pazar akşamı nasıl daha güzel olabilirdi bilemeyiz. Ama bizim filmi izlediğimiz Pazar akşamı çok güzel bir akşama dönüştü. Biz bu filmdeki çocukları biliyoruz. Bazılarını Salinger’dan, bazılarını başka Wes Anderson filmlerinden. İzci kampında kaçmaya karar veren iki çocuk var bu filmde. İzci kampının yeteneksiz ve hüzünlü Oymakbeyi (Edward Norton) kendi sorumluluğu altında olan Sam’in kaçtığını fark edince bölge şerifini arar (Bruce Willis) araya Sam’in sevgilisi Suzy’nin avukat anne babası (Bill Murray ve Frances Mc Dormand), Sam’in  kimsesizler yurduna iadesini isteyen bir sosyal hizmetler görevlisi (Tilda Swinton) ve başka bir izci kampının Oymakbeyi de girer (Harvey Keitel) vs vs.

Bu kadar oyuncu ismi yazmamın nedeni şu: Yukarıda adını saydığım isimlerin Bill Murray haricinde hepsi ilk kez Wes Anderson ile çalışıyor. Wes Anderson’un başka bir özelliği de burada ortaya çıkıyor. Siz isterseniz çok ünlü bir oyuncu olun, isterseniz kendinize has bir oyunculuk yeteneğiniz olsun ya da ne bileyim Bruce Willis gibi macera filmleriyle özdeşleşmiş bir oyuncu olun. Kim olursanız olun. Onun filminde ona ait bir şeyin parçası olmak zorundasınız.. Sen orada vay efendim Edward Norton ya da Bruce Willis değilsin. Tamamen bir Wes Anderson karakterisin. Adının hiçbir önemi yok.

Wes Anderson’ın arkadaş tayfasından Jason Schwartzman ise küçük ama müthiş bir rolle çıkıyor karşımıza (Ben). Belki karakteri de bizzat Schwartzman yazmıştır bilemeyiz. Ama acayip bir kıyak var ortada. Filmin en küçük ama en etkili, en komik ve en dikkat çekici karakteri Ben, Schwartzman’ın elinde unutulmaz bir hale geliyor.






IV


Özentilik boyutunda olan Fransız Sineması sevgimiz tabii ki bir tür yalandır. Ama burada ne bileyim, bu sinemada unutulmuş çok şey var gibi geliyor bize. Bu eksiklik Türkiye nüfusunda oldukça az sayıda bulunan ve bir an evvel çoğalması gereken alkolik miktarına eşit bir seviyede.

Böyle bir dünyada, böyle bir ülkede, zamanında Lübnan’da bir Ermeni Yetimhanesinde “Türkleştirme” politikası dahilinde bir sürü çocuğun yalan edildiği, Siirt adlı ilinde 15 – 16 yaşındaki çocukların 2 ve 3 yaşlarındaki iki çocuğa tecavüz edip akabinde de kafalarını kesmek suretiyle öldürdüğü, Kütahya’da iki lezbiyen ortaokul çocuğunun ormana gidip intihar ettiği bu ülkede, Fransız Sineması ile ilgili ahkâm kesmeden önce az da olsa Max Linder’i hatırlamamız gerekiyor.

Charles Chaplin, daha sinema dünyasına girmeden önce çeşitli işleri vesilesiyle Paris’e gider. Orada gittiği bir sinemada, daha önce Cabaretler ile ün salmış inanılmaz bir adamın filmlerine rastlar. Bu adam Slapstick’i daha 1904’te sinemada başlatan Max Linder’dir. Chaplin onun için “Hayatımda gördüğüm en olağanüstü şey. Bir ihtişam. Yıkılmış bir imparatorluk gibi. Yıkılmanın muhteşemliği!” der.

Max Linder bir avuç sessiz sinema dönemi filminin ardından tam da şöhretinin doruklarındayken bir gün karısıyla birlikte intihar ermeye karar verir ve bu isteğini de pratiğe yansıtarak muvaffakiyete erişir.

İşte bütün o hüzünlü dediğimiz, öyle olduğunu düşündüğümüz Fransız sineması belki de bu hüzünlü hikâyenin ardılıdır. Ya da değildir. Zaten bunları yazdığımda akşamdı ve yavaş yavaş hava kararıyordu. Ya da şöyle diyeyim bunları yazdığımda akşam değildi ve hava yavaş yavaş kararmıyordu.




V

Aşk-ı Memnu körpe dimağları nasıl kirletti?

Olacak şey değil! Neredeyse kendimi elliycem şaşkınlıktan. Bu kadarı olur mu Sayın Türkiye yaşayanları! Bu kadar alttan alta politika yürütülür mü? Aslında bu gerçeğin yıllar evvel ortaya çıkması gerekiyordu ama kimse cesaret edememiş sanırım. Demek oluyor ki iş başa düştü, halkı yine biz, yani bu ülkenin aydınlık yüzleri bilgilendireceğiz.

Şimdi, Tanrı parçacığı çarpsın ben bu Aşk-ı Memnu’yu izlemiyordum ilk yayınlandığında. Ama şimdi pişmanım. Keşke izleseymişim. Keşke gerçekleri siz değerli turp halkına anlatabilseydim. Ama zararın neresinden dönülse kârdır?

Youtube’dan bir adet Aşk-ı Memnu bölümüne denk geldim. Kitabı biliyordum. Halit Ziya ve Uşaklıgil bir Edebiyat-ı Cedide’ci olarak zaten bizim çimlikte sevilir. Yıllar evvel Trt’de yayınlanan Müjde Ar’lı Kenan Kalav’lı Aşk-ı Memnu’yu ise küçüklüğümün oralarda izlemiştim. Bu yeni Beren’li Kıvanç’lı Aşk-ı Memnu ise yüz kaç bölümlük bir şey olduğu için, yani ne izliycem yea.

Neyse, Youtube’dan denk geldim işte bir bölüme. Bölüm ilerledikçe duyduğum şoktan Serdar Ortaç’ın bir şarkısını hatırladım ( Şarkı şöyleydi: Buralara yaz günü kar yağıyor canım ölene kadar seni bekleyemem) Sonra birkaç bölümüne daha baktım. Bu şekilde yaklaşık 10 – 15 bölümü inceledim. Ve sevgili dostlar ben böyle bir şey görmedim. Böyle bir rezillik, kepazelik olur mu dedim. (Hatta şöyle dedim, “Böyle bir rezillik, kepazelik olur mu?”)

Olay şu ki, Aşk-ı Memnu bu son haliyle tam bir Gox Studio ( Ekseriyetle irikıyım erkeklerin arz-ı endam ettiği gey pornoları çeken bir film yapım şirketi. – Bu arada bu bilgiyi nereden bildiğimi bilmiyorum-) senaryosunu andırıyordu. Bakın mesela, dizi boyunca genelde yakın çekim yapılıyor. Karakterlerin yüzünü, en fazla omzunu görüyoruz. Yani ya omuz çekim yapılıyor ya da yakın çekim. Şimdi sorarım size dostlar. Bu sırada bu karakterlerin elleri nerede?

Mesela 9. bölümde Adnan bey ve Behlül aynı kanepede oturuyorlar. Bir Adnan’ın yüzüne yakın çekim Bir Behlül’e yakın çekim. Peki eller nerede ey yönetmen? İşte gerçeği söylüyorum: Eller karşılıklı olarak pantolonun içinde!

Hey yavrum hey. Bir de bize yutturuyorlar. Arkadaşım, bütün hikâye Adnan’ın Behlül’e duyduğu aşk. Behlül de deli gibi hoşlanıyor aslında Adnan’dan, ama bütün hayatı onun gölgesinde, onun tahakkümünde geçmiş. Bir taraftan da özgürlüğünü istiyor. O da Adnan’a tahakküm uygulamak istiyor. İşte Bihter’i de bu amaçla kullanıyor. Sadece Adnan’ı kıskandırmak için yani. Adnan’ın ise Behlül aşkı öylesine büyük ki ne kızı Nihal’in ne de eşi Bihter’in Behlül’le takılmasına ses etmiyor. Sadece kendilerini tutamadıkları zamanlarda bir araya gelen Behlül ve Adnan’ın el üzerinden kurdukları yakınlaşmalar da bu yakın çekimler yüzünden izleyiciye yansımıyor.

Bu gerçeği de siz değerli milletime, halkıma, insanıma, ayağıma aktarmanın verdiği sevinçle mutlu Karataş’lara dönebilirim.


Hiç yorum yok: