17 Aralık 2012 Pazartesi

Kahverengi Bir Gömlek Giyerim Barbara'ya Doğru


Barbara için şöyle şeyler söylüyor Petzold:  Barbara ile Andre arasındaki yakınlaşmalar, gerginlik ya da güvensizlikler, bir kurgu gereksinimi değildi. Ya da senaryo gereği olması gerekenler şeyler de değildi. Burada söz konusu olan bir danstı. Ben onların sadece dans etmesini istedim. Onlar işte bunu başardı (Oyuncuların yeteneğinden bahsediyor) Hem de hiç dans etmeden.


Christian Petzold filmleri bir melankoliyi temellük eder. Bu melankoli bazen bir araba kazasıyla trajediye dönüşür bazen de Gespenster (Hayaletler)’in sonunda Annesini gerçekten bulup bulmadığını bile bilmeyen Nina’nın gülümsemesinde ortaya çıkar (Mutsuzluk gülümseyerek gelir). Fakat Petzold’da her zaman iyimser bir şeyler bulunur. Jerichow’un sonunda arabasıyla ölüme uçan Ali’de bile vardır bu iyimserlik. O ölüme giderek bir anlamda “kalanların” yaşamak denen utançla baş başa kalmalarını sağlamıştır. Barbara ise bu iyimserliğin başucu örneklerinden biri olarak karşımızda duruyor.


Doğu Almanya (Orijinal adı: Demokratik Almanya Cumhuriyeti) bizim pek ilgilendiğimiz bir coğrafya değildir. 1989 yılında da ortadan kalkmıştır zaten. Fakat bu ilgisizlik bize özel bir konum değildir. Almanlar da epeyi “yakın dönem” olan bu anomali ile pek ilgilenmezler: Bu filmleri yazan kişi Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde değil de, Batı’daymış gibi, Batı’dan yazıyor. Ve aynı zamanda şimdiki zamandan yazıyor. Petzold’un kastettiği kişi Good Bye Lenin ve Das Leben Der Anderen’in senaristi.


Doğu – Batı ayrımının hiç de oryantalist olmayan bir bakış açısıyla hem de Almanya’da bile geçerli olduğu bir dönemden bahsederken, bu işe bugünden bakmak yapılacak en büyük hata gerçekten de. İnsanlar hataları bir kusur saymaz. Aksine onları görmezden gelir ve kitleler halinde o filmleri severler. (Good Bye Lenin’in buralarda bile fazlasıyla sevilip izlendiğini hatırlayalım)


Ama Petzold’ün vurguladığı şeyi özetlemek gerekirse şöyle bir durumdan bahsedebiliriz: Orada (Doğu Almanya’da) insanlar hiç de kısa sayılmayacak bir süre yaşadılar ve orada başka türlü hayatlar, başka türlü odalarda sürüp gitti.  Ve biz bu hayatları anlatabilmek için buradan, bugünden bakmak yerine orada olmaya, arada kalıp bakmaya karar verdik. İzleyici de bir anlamda buna yönlendirdik.

Petzold’ün de kurabileceği bu cümlenin ardından Barbara’nın ne anlattığına geçebiliriz.

Film Barbara’nın bir taşra bölgesine çocuk hekimi olarak gelmesiyle (sürülmesiyle) başlıyor. Hayatın her noktasında bir denetimin olduğu bu bölge Barbara için kaçıp kurtulması gereken bir yerdir. O da bu amaçla, epeyi gizlenerek (Çünkü rejime karşıt olduğu bilinmektedir. Bu yüzden de sürekli bir takip edilme hissiyle yaşamak durumundadır) “Batı”ya kaçma planları yapar. Batı Almanya’da bulunan sevgilisi de (Klaus) Barbara’ya yardımcı olacaktır. Bütün bunlar olurken Barbara hastanede bir başka hekimle (Andre) başka tür bir yakınlık kurmaya başlar. Güvensizlik üzerinden başlayan Barbara ve Andre ilişkisi zamanla bir tutkuya dönüşecektir.


Barbara’nın Batı Almanya’ya kaçma macerası yarı polisiye hatta Film Noir kalıpları içinde karşımıza çıkıyor. Melodram diyebileceğimiz bir filmde diğer taraftan da bir polisiyenin sürmesi tuhaf karşılanabilir. Ama bu noktada Petzold önemli bir hatırlatmada bulunuyor: Film Noir bir yanıyla her zaman melodramatiktir.


Barbara mutluluğun da hayatın da batıda olduğunu düşünüyor. Ama iki olay var ki bu “güzel batı” düşüncesini yerle bir ediyor. Bu olaylardan biri Barbara’nın Batı Almanya’daki sevgilisinin (Klaus) “tüketim” üzerinden şekillendirdiği hayatı. Barbara sevgilisinin vaat ettiği lüks hayatın öyle sandığı kadar güzel bir şey olmadığını, eksik bir şeyler olduğunu fark ediyor. Bu düşüncesini olumlayan ikinci olay ise otel odasında tanıştığı bir genç kız: Steffi. O da Barbara gibi Batı’ya kaçmak istiyor. Bazı moda dergilerini gösteriyor Barbara’ya. Batı’ya gidince onlara sahip olacağından bahsediyor. Evleneceğinde takacağı yüzüğü bile o dergilerden gösteriyor. Barbara yine eksik bir şeyler olduğunu fark ediyor.


Olay örgüsü ve dramatik yapı Film Noir ritmine ve akışına uygun bir şekilde ilerlese de, filmin Almanya’ya bakan gözünde bir başka güzel adam beliriyor (Filmin bir döneme odaklanması ve Almanya Tarihi ile ilgili olması üzerine bir soruya cevaben): Bunun Rainer Werner Fassbinder ile ilişkili olduğunu söyleyebilirim. Çünkü bana göre onun bütün filmleri Almanya’yı inceliyor.(….) Almanya’nın şimdisini ele alan filmler yapıyor ama onbirinci filminden itibaren bir yandan da dönem filmleri çekmeye başlıyor. Çünkü günün gerçekliğiyle geçmiş arasındaki bağların farkına varıyor. (Petzold – Fassbinder ilişkisi şöyle bir noktada sona erer: Petzold son tahlilde “İyimser” kalır ve bir gülümseme ile de yetinebilir -Barbara’nın son karesi- Fakat Fassbinder bütünüyle kötümser ve umutsuzdur. Onda gülümseme bile bir felaketin habercisidir)


Fimin bir dans ritminde ilerlemesi, karşılıklı gerilimlerin bir tür dansa dönüşmesi belli ki Petzold’ün amaçladığı ve sonuçta başardığı bir şey. Bir hız ya da duygu patlaması yerine sakin bir dans haline gelen Barbara “bedenlerin arasında dolanan bir kamera” eşliğinde yavaş yavaş bir karşılaşmaya dönüşür. Bu karşılaşma en başta bedenlerin karşılaşmasıdır (Barbara ve Andre) daha sonra Dışarı’nın sunduğu ve bütünüyle bir denetim ve kapanmışlığa imlenen başka bedenler ve şeylerle karşılaşmalar oluşur. Bütün bu karşılaşmalar (Eş değişmeler de diyebiliriz. Barbara’nın ara sıra sevgilisiyle buluştuğu anlar gibi) sonunda Andre ve Barbara Dışarı’da olmayan ve sadece kendi karşılaşmalarında ortaya çıkan bazı şeylerle tanışmaya başlarlar: Sevgi, Güven, Şefkat ve bir aşamada Tutku.


Petzold’ün iyimserliği biraz da budur. Büyük mutluluklar değil. Daha küçük ama yoğun bir takım duygular.


Bir yerden sonra Batı’nın sunduğu ve aslında herhangi bir gerçekliği olmayan Cennet tasviri Barbara’nın düşüncesinde sona erer:  Barbara’nın sevgilisi de bu yanılsamanın ortaya çıkmasını sağlıyor. Diyor ki; “Yeterince para kazandım. İstediğimiz gibi çalışmadan yaşayabiliriz.” Sanki orada,  Batı’da, etler daha lezzetli, sigaralar daha kaliteli, sömürü yok, herkes sokakta gönlünce yaşıyor. Oysa biz kapitalizmin böyle bir şey olmadığını biliyoruz. Ve diğer filmlerin yaptığı gibi bu yanılsamayı yeniden üretmek istemedik.


Film Noir, Fassbinder’in Gözü, Petzold’ün İyimserliği maddelerine bir de dördüncü madde ekleyebiliriz: Barbara bir anlamda (ama sadece bir anlamda) tam bir Kadın Filmi. Bu özellik de Romy Schneider ve biraz da Ava Gardner’dan geliyor (Petzold Barbara’yı canlandıran Nina Hoss’a sık sık Çıplak Ayaklı Kontes’i izletmiş). Romy Schneider, Demokratik Almanya Cunhuriyeti’nde sevilen tek yıldız oyucuydu. Barbara sarışın ve uzun bacaklı kadınların pek sevilmediği (Böyle kadınlar daha çok Amerika’da sevilir. Rita Hayworth ya da Marilyn Monroe gibi) bir coğrafyada bütün küstahlığı ve umursamazlığıyla ortaya çıktığında pek sevilmez ve ukala bulunur (Hastane çalışanlarının Barbara hakkında söyledikleri buna bir örnek teşkil eder). Ama o bu duruma da aldırmaz. Çünkü yalnızdır ve bu tip durumlarda sıkça görülen bir durumun aksine güçlüdür. Yalnız ve Güçlü bir sarışın. Andre ile ilişkisi de böyle bir zeminde ortaya çıkıyor. Andre ne bir Baba ne de güçlü ve taşıyıcı bir erkek modelidir. O daha en başta Barbara’ya hayrandır. Barbara da güç vs. gibi şeyler değil, o ülkede ve gitmek istediği yerlerde hiç olmayan bir “güven” arayışındadır. Andre’de gördüğü ve ne olursa olsun değişmeyeceğini bildiği şey de bu güven duygusudur. Barbara’nın bu duyguya karşılığı ise bir tür şefkattir.


Barbara çok istediği halde hem Andre hem de kafasını karıştıran bir sürü düşünce nedeniyle (Batı’nın o kadar da” Cennet” olmaması meselesi) Batı’ya gitmek konusunda kararsızdır. Tam da bu sırada bir başka karşılaşma onun bir karar almasını sağlar. Çok ilgilendiği ve durumundan endişe ettiği bir çocuk hastası (Karin) perişan bir halde Barbara’nın kapısına yığılır ve ondan yardım ister. Barbara’nın “gücü” dediğimiz şey burada bir fedakârlık duygusuyla birleşir ve Karin’i Batı’ya yollayarak Andre ile kurduğu belki mutsuz (Çevreden kaynaklı bir mutsuzluk) ama güven dolu ilişkiyi seçer. Yine bir illüzyon üzerine kurulu “mutluluk” kavramı Batı ile özdeştir Barbara için. Ama Andre’de gördüğü şey belki de hiç olmayan bir mutluluk durumundan farklı ve daha yoğun bir şeydir. Sürekli denetlendiği ve kısa süre sonra sona erecek mutsuz bir ülkede Andre ile kalmayı seçen Barbara bişeylerden vazgeçmenin azametini ortaya çıkarır. Sunulan “rahat” yaşam ya da müşterek bir hayatın sağlayacağı avantaj ve bu avantajların med cezirinde şekillenen bir dünya (Bir bakıma bugünün dünyası) cezbedemez Barbara’yı.

Hayatta olmayan bir Barbara hayata inanmamızı sağlayabilir mi? Bilmiyoruz. Ama biz Barbara’ya, -gerçek ya da değil ne fark eder- sadece Barbara’ya, ayağa kalkıp inanıyoruz.




Hiç yorum yok: