20 Aralık 2012 Perşembe

Bu Kahkahalar Hep Yeraltı'ndan


Sık sık tekrarladığımız bir tümce var: Biz bu işten bir şey anlamadık. Ya da şöyle: Biz bu ülkeden bir şey anlamadık. Ve son tahlilde de şöyle: Biz bu hayattan bir şey anlamadık.


Şimdi bu cümleleri bu kadar sık tekrarlayınca doğal olarak “E tamam anladık” ya da “E ne yapayım anlamadıysan” şeklinde cevaplar verebiliyoruz kendimize. Ama bazı gelişmeler oluyor ki –özellikle sinema konusunda- şu ilk paragraftaki cümleleri bi yüz kez daha söyleyesi geliyor insanın. Geçtiğimiz günlerde böyle bir olay oldu mesela. Olayın adı Demirkubuz’un “Yeraltı” adlı filmiydi.


Nisan’dan beri takip ediyorum gelişmeleri. Ve şu son günlerdeki durumun gerçekleşeceğini bildiğim için de tek kelime ağzımı açmadım. Ama artık zamanı geldi. Biliyorsunuz söz atılmazsa zehirdir.


Bir kere en başta direk şöyle girişmek istiyorum: Bu Yeraltı var ya? Hah işte bu Yeraltı. Orada, burada, festivalde, gastede, izleyicide genel bir: “Kötü” intibası bıraktı ya (İnanmayan eleştirileri okusun ya da Demirkubuz’un tek bir ödül bile alamadığı festivallere Twitter’dan ettiği küfürlere baksın). İşte bu kötü Yeraltı, Demirkubuz’un belki de en iyi filmidir. Bir Başyapıt olmanın ötesinde, Yerli Sinemada bir “Karakter” oluşturabilen ender yapımlardan biri, bir köşe taşıdır. Hepsinden önce de olağanüstü bir edebiyat – sinema ilişkisi örneğidir.


Demirkubuz’un özellikle filmin tanıtımı sırasında yaptığı bazı yanlışlar oldu. Yaratılan acayip beklentiye çıktığı onüçbuçukmilyon adet tv programı ya da verdiği bir o kadar röportaj sayesinde katkıda bulundu. İnsanlar zaten Kader ya da Masumiyet kafasında oldukları için bu beklenti büyüdü de büyüdü. Demirkubuz için zamanında Fatih Özgüven şöyle bir şey demişti: “Toplasan 10 bin tane izleyicisi var, onların da 8 bini asistanı olmak istiyor”. Hakikaten de böyle bir yönetmendi Demirkubuz. Kader öncesi filmleri (Yazgı, İtiraf, Bekleme Odası, Üçüncü Sayfa vs.)  bir salonda toplamda 8 kişiye oynardı. Her bir salondan sekiz sekiz toplardı izleyiciyi Demirkubuz. (Ki filmleri de üç büyük kent dışında ancak şans eseri Anadolu’da salon bulurdu).


Kader vesilesiyle Demirkubuz’u Ege Üniversitesi’nde ağırlamıştık. O 700 kişilik salonun dolu olduğunu görünce “Keşke bir sınıf ayarlasaydınız. Daha rahat olurdu” demişti bize. O ilgiye de baya şaşırmıştı “Benim filmlerimi kimse izlemez ki, bunlar nereden çıktı” demişti. İşte böyle bir adamın Dvd çılgınlığında yeniden patlayan Masumiyet ve bu patlamaya eşlik eden Kader’in o dönem gösterime girmesiyle tuhaf bir popülaritesi oldu. Demirkubuz da egoist bir adam olduğu için bu ilgiden memnundu. Zira onca yılın ardından yaptığı şeyler en azından bir kitlede ilgi görüyordu. Filmleri daha çok gösterim şansı buluyor daha çok tartışılıyordu. En sevdiği şey de bu zaten Demirkubuz’un “Filmlerini tartışmak”. Bir tür Antonioni sendromu. O da filmlerini hep açıklamak isterdi. İnsanların mesajı almamasından korkar bu amaçla sürekli filmlerini anlatırdı.


Her neyse böyle bir popülarite oluştu sonuç olarak ve Demirkubuz bir tür yıldız yönetmen oldu. Kader’in ardından çektiği Kıskanmak ile beklentileri (Yeraltı kadar değilse de) az da olsa düşürdü. Ama bu Yeraltı fenomeni “Sonunda Demirkubuz bir Dostoyevski uyarlaması yapıyor” gazıyla bir olaya dönüştü. Herkes hatta gereğinden fazla “herkes” filmi bekliyordu. Ülkemiz bir Dostoyevski okur kitlesine ilk kez bu kadar yakından tanık oluyordu. Dostoyevski – Demirkubuz ilişkisinden çok felsefik ve duygusal şeyler bekleniyordu anlaşılan. Ama yukarıda belirttiğimiz bir durum var ki o ısrarla gözden kaçıyordu. O cümleyi tekrar etmekte fayda görüyorum: Demirkubuz egoist bir adamdır.


Ama şu var, bu egoistlik Demirkubuz’un sanat yapmasını sağlayan tek şeydir. Bir film kendi istediği gibi olmadığı sürece o filmi isterse milyonlar izleyecek olsun, aldırmaz Demirkubuz. Ve genelde “onun istediği gibi olan şey” izleyicilerin görmek istediği şeylerle farklı bir güzergâhta seyreder. Buluşma anları da elbette vardır (Kader ve Masumiyet gibi istisnalar). Ama genel seyir her zaman ayrı yollara çıkar (Demirkubuz’un diğer tüm filmleri buna örnektir).


Yeraltı ise bu ego – seyirci buluşmasına örnek teşkil edebilecek dünya üzerindeki en son filmlerden biridir. Demirkubuz’un talihsizliği de burada başlar. O görüp geçirdiği birçok şeyin ardından, o oldukça zedelenmiş egodan müthiş filmler yaratmayı başarmıştır. Ama bu egonun medceziri (Demirkubuz’un hayatına baktığımızda bu medcezirlerin oldukça doğal olduğunu söyleyebiliriz) izleyici ve eleştirmende –özellikle de bu Yeraltı örneğinde- ters tepmiştir. Demirkubuz da hepsine kısaca siktiri çekmiştir. Demirkubuz’un ikinci talihsiz tarafı da şu ki, o “siktir” aslında Yeraltı filminin bizatihi kendisiyle hem seyirci hem festivalci hem de geri kalanlara zaten çekilmişti. Ama Demirkubuz’un egosu yine devreye girdi ve filminde 100 dakika anlattığı şeyi bir de kendi ağzından festival jürilerine ve eleştirmenlere söyleyiverdi. Ama iş burada da bitmedi. Demirkubuz’un öfkesi bir “Kıskançlık” olarak yorumlandı. Son iki filminde üzerine derinlemesine giriştiği bu tema bir anlamda Demirkubuz’un karakteriyle özdeşleştirildi. Yeraltı’ndaki Muharrem’in Demirkubuz, “hırsız” ve ödül sahibi Cevat’ın ise Nuri Bilge Ceylan olduğu bile söylendi. Sürekli ödüller alan ve uluslararası arenada en çok tanınan yerli yönetmen olan Ceylan’ın karşısında, filmleri değer görmeyen, ödüller alamayan ve lokal bir konumda kalan Demirkubuz’un bu kıskançlıkla filmler yaptığı söylendi, tartışıldı.


Bunların gerçekliği de değil mühim olan. Asıl önemli olan –eğer gerçekten böyle bir kıskançlık varsa bile- bunun “Yeraltı”na nasıl yansıdığıdır. Kendi adıma şöyle diyebilirim: İyi ki Demirkubuz Ceylan’ı kıskanmış ve böyle müthiş bir film yaratmış. Keşke hep birilerini kıskansa ve böyle olağanüstü şeyler yapsa.


Yine atlamamak gerekiyor ki Demirkubuz şu veya bu şekilde bir sanatçıdır. Ve belki de en kişisel filmi olan Yeraltı bunun en büyük kanıtıdır. Muharrem karakteri bir anti-anti-anti kahraman olma özelliğiyle izleyicide genel bir tiksinti yaratmış olabilir. Bugüne kadar Yeraltı’ni izleyip de “Yea ben Muharrem’i çok sevdim. Ne güzel adam” diyen birini duymadım. Filmin yüzde doksanında suratını gördüğümüz ve biz sevmeyelim diye yaratılmış bir karakteri ancak Demirkubuz oluşturabilirdi. Ama Dostoyevski bir illüzyon yarattı. Herkes Dostoyevski’yi, onun yaptığı türden iyilik ve kötülük tartışmalarını bekliyordu filmden (Ki Demirkubuz’un uzak olmadığı tartışmalardır bunlar). Ama gözden kaçan bir başka yazar vardı filmin içinde. Demirkubuz daha çok o yazarın etkisi altında gibiydi Hatta belki de Dostoyevski’den fazla o yazarın izleri var bu filmde: Samuel Beckett.

Muharrem’in hem zihnen hem de bedenen yavaş yavaş çökmesi ve film ilerledikçe (İç ses film ilerledikçe çoğalıyor) daha çok zihinsel bir karaktere dönüşmesi, beden yerine sesin öne çıkması, hiçbir yere varmayan bir döngüde elinde bir patatesle dolanıp durması, hayatının yavaş yavaş bir “oyalanmaya” dönüşmesi ve son tahlilde bütünüyle zihinsel bir karaktere dönüşmesi bizim Beckett’tan tanışık olduğumuz durumlar.


Muharrem bir Raskolnikov, Kolarov, Mişkin değil de, Molloy, Watt ve ismi bile olmayan bazı Beckett karakterlerini andırıyor. Muharrem’in patates ile kurduğu ilişki Molloy’un taşlarla kurduğu ilişkiyi ya da Acaba Nasıl’ın isimsiz “karakterinin” poşetlerle kurduğu ilişkiyi çağrıştırıyor. Muharrem’in zihinsel çöküşü de Malone’un bir çukurun başında ölümü beklemesini, beklerken de sürekli kendini oyalamasını hatırlatıyor. Muharrem’in durumu da bu aslında; çoktan yitip gitmiş bir beden ve sürekli çöküşü erteleyen oyalanmalar. Ama çok geçmeden bazı karşılaşmalar vesilesiyle – Hizmetçi Türkân ile karşılaşması ya da Fahişe ile karşılaşması- bu zihinsel çöküş hızlanıyor.


Ama Demirkubuz’un bu “etkilenmeler” haricinde bütünüyle özgün bir sinema yaptığını da atlamamak gerekiyor. Beckett’te bulunan kara mizah ve ironinin karşısında Demirkubuz daha katı ve pesimisttir. Muharrem’in bütün oyalanmalarına rağmen hizmetçiyi kıskanmaktan bir türlü vazgeçememesi, ödüllü yazar arkadaşına duyduğu öfkeyi bir türlü kendi istediği şekilde haykırıp yüzüne vuramaması vs. bunlar hep Demirkubuzvari etmenler olarak karşımıza çıkıyor. O alttan alta ilerleyen öfke ve kıskançlığı bir özyıkıma çeviren Muharrem, Demirkubuz dışında birinin elinde parodiye dönüşebilirdi. (Filmin sonlarında Muharrem’in evini darma duman etmesi Yedinci Kıta’yı hatırlatıyor elbet. Hatırlattığı adam Haneke yani Demirkubuz’un. Ama böyle bir karakterle –öyle sanıyorum- Haneke  bile baş edemezdi)


Ama bunlar tartışılmadı tabii ki. Demirkubuz’un ego problemleri nedeniyle yavaş yavaş dengesizleştiğini –Geçenlerde Sinema dergisinde Uygar Şirin yazdı böyle şeyler. Açık açık söylemese de bu egonun Demirkubuz’un akli dengesini bozduğunu ima etti- filmlerinin de bu dengesizlikten dolayı saçmaladığını söylediler.

Bunların hepsi doğru da olabilir elbette. Ama işte biz böyle bir ülkede yaşıyoruz. Ne bileyim mesela Lars Von Trier çıkar açık açık “Ben kafayı yedim. O yüzden böyle filmler yapıyorum” der (Antichrist’tan sonra demişti bunu) alkışlanır. Werner Herzog raporlu delidir, alkışlanır. Ama bizim Zeki abimiz en ufak bir dengesizlik gösterdiğinde ortaya çıkan Başyapıt’a bakılmaksızın “Kıskanç Adam” yaftalamasıyla karşılanır. Ne diyelim? Küfür mü edelim? En iyisi bunları kahkaha tarihimize ekleyip Muharrem’in tek başına dans ettiği ve arkadaşlarının gülüşmelerine hiç aldırmadığı o sahneyi bir daha izleyelim.

Hiç yorum yok: