4 Aralık 2012 Salı

Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku





Bir gün Müzeyyen hanım Samsun, Havza’da bir dere kenarındaki kahveye oturmuş. Birazcık arayıp taradıktan sonra beyaz peynir ve rakısını bulmuş; Fakat kendisi buzsuz rakıdan pek hoşlanmaz. Buz yok diye hayıflanırken bir gök gürültüsü patlamış ardından da dolu sağanağıyla buz gökyüzünden yağmıştır.

…………………………………………………………………………
                                                                                             

Efendim aşağıdaki şarkıdan da anlayabileceğiniz gibi bugün çok muteber bir filmden bahsedeceğiz. Muhterem hanendemiz Müzeyyen Hanımefendiyi de bu vesileyle bir daha dinliyoruz. Filmle neredeyse hiçbir alâkası yok ama biz yazacağımız filmi hep onun şarkılarıyla izledik. Biz Müzeyyen hanımefendiyi ve şarkılarını çok sevdik. Bir yerde şarkısını duysak önümüzü ilikledik, oturuşumuzu düzelttik. Ona en çok yakışan filmin de Ah Güzel İstanbul ve Ah Güzel İstanbul’a en çok yakışan şarkının da bu olduğuna karar verip yazıya böyle bir giriş yaptık.








Geçtiğimiz günlerde şehir fetişistlerine atıp tutmuştuk. Birçok film ve şarkının bu fetişten muzdarip olduğunu savunmuş verip veriştirmiştik. Lakin bugün yazacağımız filmin adı “Ah Güzel İstanbul” (Ki adını bir güzellemeden çok bir musiki parçasından almıştır bu film) olsa da o bahsettiğimiz şehir fetişizmi ile hiç alâkası olmayan, şahane bir istisna ile karşı karşıya durmaktayız.





Bu film bizi düzgün bir insan yapmıştır sevgili dostlar. Neredeyse hiç sevmediğimiz bu ülkede çok güzel şeyler de olabileceğini, çok güzel insanlar, şarkılar olabileceğini öğretmiştir. “Efendilik” lafının Emre Belözoğlulaştığı bir dünya yerine epeyi geçmişte yaşayan ve ölen bazı efendi insanlar olduğunu da öğretmiştir. Biz ne zaman bu filmi izlesek utanmış utanmış utanmışızdır.


Haşmet İbriktaroğlu adlı bir zat-ı muhterem ile de bu film sayesinde müşerref olduk. Bu zarif, kalender, inim inim aşık beyefendinin (Elbette Sadri Alışık. “Maşallah Maşallah”) başından geçenleri izlerken boynumuzu büküyoruz, içecek sudan da başka şeyler arıyoruz.




Ailesinden kalan parayı bir şekilde yiyip bitiren Haşmet İbriktaroğlu kulübeden bozma bir yere yerleşir. Seyyar Fotoğrafçı olarak hayatını sürdüren İbriktaroğlu sabahları çorbasını içen, akşamları da arkadaşlarıyla rakı sofrasında buluşan, azla yetinen bir güzel adamdır. Günlerden bir gün fotoğraf çektirmek için kendisine gelen ve artist olmak isteyen Ayşe ile tanışır (Ayla Algan "Küçük Cezve") ve ona can-ı gönülden aşık olur. Sakin ve yavaş Haşmet’in yanında Ayşe hareketli ve hırslıdır. Değişen bir Türkiye’de yavaş yavaş dibe batan Ayşe güzelliği de, huzuru da Haşmet’in yanında bulur. Lakin artist olma sevdasından da hiç vazgeçmez. Haşmet ise ne yapsın içmeye devam edip güzel şarkılar söyler ve bekler bekler bekler.


Artık müzik değişmiştir, insanlar değişmiştir, İstanbul değişmiştir. Haşmet “Kolaycılık bizde milli hastalıktır” der. Ya da “Anası babası belirsiz kozmopolit çocukları” der yeni ve “modern” Türklere. Batılılaşma düşüncesini bir eziklikle özdeşleştiren “modern”lerin en çok da musikiyi mahvetmeleri Haşmet’i üzer. Daha sonra sırf bu “modern”lerle dalga geçmek için yaptığı bir şarkı çok tutar ve Ayşe’nin ünlü olmasına sebebiyet verir. Olan biteni hiç anlamayan bu “eski” adam, orası neresi burası bir adam Haşmet İbriktaroğlu da Ayşe’den hiçbir şey istemeden köhne hayatına geri döner.





Filmin mesaj verme kaygısı olduğu çok açık. İşte değişen bir dünyaya ayak uyduramayan, “yabancı diyarlardan getirilen bir sürü süslü yalana” inanmakta zorluk çeken, geleneğine, musikisine bağlı insanların yavaş yavaş kaybolması ve yerlerine “kozmopolit çocuklarının” gelmesinden duyulan bir endişe vardır bu filmde. 


Atıf Yılmaz belli ki o dönemlerde Avrupa Sineması ile haşır neşir bir durumda. Bazı sahneler biçimsel açıdan Antonioni’nin elinden çıkmış gibi görünüyor (Aynı yıllarda Metin Erksan’da da bu etkiyi görüyoruz. Acı Hayat mesela). Ama biçimsel etkilenmelerin yanında tamamen “yerli” bir film Ah Güzel İstanbul. Belki de en yerli film.




Tanpınar bir yazısında Dede Efendi’yi ilk kez dinlediği bir andan bahseder. “Yükselen fıskiyeler, zaman içinden geçen bir tren” gibi benzetmelerin ardından şöyle bitirir “Şimdi biz bu musikiye, bu zamana nasıl üzülmeyelim? Geriye ne kaldı? Sadece tozlu raflarda birkaç kayıt ve keder”


Ah Güzel İstanbul da bu “Geriye ne kaldı” sorusunu Tanpınar kadar güzel ve güçlü bir şekilde değilse de sorabilen bir film. Elinden gelen her şeyi yaptıktan sonra istediği kadına kavuşan belki de son erkek olan Haşmet İbriktaroğlu filmin sonunda her şeyi atlattıktan sonra, bütün olup bitenlere, değişenlere rağmen gayet umutlu bir mesaj verir.






Şimdi biz de soralım o zaman sevgili okuyucu. Geriye ne kaldı? Müzeyyen Hanımefendi kaldı mesela.. Birkaç güzel insan da devam ediyor hayatlarına. Birçok güzel yer sona erdi elbette (Mesela bizim köhne Papağan meyhanemiz). Ama Akif''in Taş Plak Meyhanesi duruyor. Vefa Zat yaşıyor. Müzeyyen hanımın yeni toplu kayıtları çıkacak deniyor. Abbas Rakı yaş üzüm rakısı da yapıyor. Bizim mahallede şahane bir mezeci açılıyor. Adam gece 22:00'den sonra Zeki Müren dinliyor. Bize çok güzel Arnavut Ciğerleri veriyor. Evimizde bizi güzelim Sadri Alışık ve güzelim Ah Güzel İstanbul bekliyor. Elbette biraz kederle ama bekliyor ya, o da güzel, güzellik işte.




Hiç yorum yok: