22 Şubat 2012 Çarşamba

Ah Woody Vah Woody Sen Yok Musun Sen



Woody Allen takıldığı şehirlerde film yapmayı sürdürüyor. Ama belli ki Paris’i baya sevmiş ve her zaman olduğu gibi gayet kendini anlattığı bir filmle bu sevgisini göstermiş.




Bir kere en başta, ben Owen Wilson’ı hiç de Woodyleşmeye uygun bir tip olarak bulmadım. Olmuyor yani. Elleri ceplerinde yürümeler. Sürekli kafası karışık bir durumda olma hali o nevrotiklik falan durmamış bir türlü adamda. Biz o pantolon, gömlek ve caanım süveterin içinde gözlüklü Woody’i görmek istiyoruz arkadaş. Senden olmuyor işte.


Hoş Woody de haklı. Adam gelmiş 75 yaşına. Diyor ki “Scarlett gibi,Penelope gibi güzel kadınları filmlerimde görünce keşke hâlâ en azından 40’lı yaşlarımda olsam da karşılarında ben oynasam diyorum” Ama heyhat olmuyor işte. Bu Gezelim Görelim filmlerinin Londra ayağında Scarlett ile birlikte çektikleri bir film vardı. Adını şimdi hatırlayamadım. Woody oynamıştı kendini. Eski bir sihirbazdı sanırım. O filmi gördüğümüzde de “cık,olmamış Woody” demiştik. Olmayınca da el mahkum başkalarını Woody olarak izlemeye çalışıyoruz. Midnight In Paris’in Woody’si Owen ise dediğim gibi bir olmamışlık hissi bırakıyor insanda.




Lakin ben Woody’nin bu Avrupa filmlerinin arasında en iyi iki filmden birinin de Midnight In Paris olduğunu düşündüm film bittiğinde. (Öbür film ise Match Point bence) Barcelona ve Londra pek oturmamıştı Woody ağabeyin üzerine. Zaten Barcelona’da filmini çekerken ben de bunu iletmiştim kendisine ama o konuyu Urartu’ya bağlamıştı. Neyse. Paris öyle değil ama. Çok yakışmış Woody’e. Neredeyse New York kadar yani. O da bunun farkında olacak ki övüyor da övüyor Paris’i. Bir taraftan da Avrupa kültürüne ne kadar aşina olduğunu kanıtlıyor. Her gece 1920’lere giden karakterimiz (Woody’miz yani) Hemingway’den Picasso’ya,Fitzgerald’dan Bunuel’e bir sürü adamla arkadaşlık kuruyor. Hatta Bunuel’e daha sonra çekeceği Mahvedici Melek filmi ile ilgili bir tavsiyede bile bulunuyor. (Bu arada Bunuel’i oynayan abi sen ne süper oynuyosun öyle ya. Senin o “İyi de neden dışarı çıkamıyorlar” derken oluşan şaşkınlık ifadene hasta olduk)




Hakikaten de bu zamane sanatçılarını canlandıran yardımcı oyuncular gayet iyiler. Hatta Owen Wilson’dan bile iyi. Baş karakterimizin peşine takılan hafiyenin kendini birden bire 17.y.y.da bulması falan baya komikti mesela. Sanırım Woody yaşadığı şehri ne kadar severse o kadar iyi filmler yapıyor. Bir sokağında Picasso öbür sokağında Fitzgerald, bir diğerinde Sürrealistler’in dolaştığı Paris sokakları belli ki Woody’nin zihnini epey meşgul ederken diğer taraftan ellerini ovuşturup “ne güzelmiş ya ne güzel” demesine ve bu filmi yapmasına vesile olmuş. Film de bu zaten: “Ne güzelmiş ya”. Gerçi sonlara doğru “Eski iyi ama bugün de bir başka insanın eskisi olarak güzel bir nostalji olacak. O yüzden bugünü de yaşamak lazım” türünden bir mesaj verse de filmin “keyifli" haline bir zeval gelmiyor.





Ben de, Woody’e benzer şekilde ah Paris canım Paris diye düşünüp bir iki gün dolaştıktan sonra Bruno Dumont’un Hadjewijch filmine denk geldim. Ve “vok vok vokkaaaaa” şeklinde bir son müziği ile bu “canım Paris” düşüncelerden kurtuldum. Woody’nin her sokağında bir nostalji yakalayıp büyülendiği Paris şimdi ne haldedir diye düşünmeye sevk etti beni Dumont. Ve her zamanki hayal kırıklığıyla Woody’e seslendim: “Bunlar güzel böyle Paris, Hemingway ,Picasso falan da gerçek hayat böyle değil be şekerim”



Hiç yorum yok: