10 Temmuz 2013 Çarşamba

Kanatlarımız Olsa Be Metin

“hiç unutmam hiç unutmam hiç unutmam”
Metin Eloğlu

1

Ey güzelim sümbül ve teber, ey canım, ey Starlet..



Filmlerle anlayıp, fark etmenin kötü tarafları da var. Bu durumlar insanı bir tür yanılsamaya götürüyor. Mesela bir aşk ilişkisini ele alalım. Filmler bu ilişki modelini ya sömürür ya da sonuna kadar romantize edip yine sömürür. Arada işini bilen, az çok sanat kaygısı olan yönetmenler ise bizleri çok güzel şeylerle baş başa bırakırlar. Bir şeyden sizi gelip kurtaracak olan şey de aşktır, bir şeyden sizi gelip kurtardıktan sonra köprü altına düşürecek olan şey de aşktır. Yani ne olursa olsun işin ucu bir şekilde buraya dokunur. Ne bileyim Fassbinder aşkı alır sömürülme ve yıkılmanın bir modeli olarak ele alır, Truffaut gelir büyüyen bir Doinel’in hayatın gerçekliğiyle yüzleşmesinin bir metaforu olarak ele alır.

Fakat bazı filmler vardır, bunlar küçük filmlerdir, iddiasız filmlerdir.. Onlar size gelip der ki; Her şey bu kadar değil arkadaşım.. Mesela hayatta farklı durumlarda bulunan iki insanı bir araya getirir bu filmler ve size garip bir 100 dakika yaşatırlar.. Hiç öyle aşk meşk meselesine de girmez, terk edilmiş bir kadını ya da aşktan yapayalnız kalmış adamı koymazlar önünüze.. Hayat bazen işte bu kadar küçük ama güzel duygularla sürebilen basit bir şeydir der bu filmler..ler. Sen öyle evinde oturup yok sevmekmiş, unutmamakmış falan uğraşıyosun ama bak bu kadar ufacık şeylerle de bir yetinebilirsin, yeter ki sevdiğin şeyi bir iştaha çevirip kendini tatmin etmeye çalışma, öylece sev işte, bazen genç bir kızı bazen bir yaşlı kadını bazen de ne bileyim çubuk krakeri, çok da büyütme, sadece sev işte amına koyim der bu filmler.

Küçük durumlardır bunlar. O yüzden de ancak filmler ya da kitaplar kaldırabilir bu küçüklüğü, bir de hayatımızın, kafamıza ara verdiğimiz, olan biteni olduğu gibi ele aldığımız dönemlerinde anlarız böyle şeyleri. İşte böyle Starlet gibi şeyleri.



Konusuna baktığınızda “Ooo, porno yıldızı varmış işte bu bir kadının paralarını istemeden de olsa çalınca vicdan azabı çekmeye başlayıp kadına yardım etmeye başlıyormuş, film de kimi yönleriyle porno sektörünün gerçekçi tarafını işliyormuş” gibi şeyler görüp “E bakalım şu porno sektörünün gerçekçi yüzüne” diyip odaklanabilirsiniz Starlet’e. Ama öyle değil işte anam babam öyle değil. Bu sadece hayatta epey farklı yerlerde duran aslında mutsuz olan ama bunu bir edebiyata çevirmeyen iki insanın oldukça “saf” ilişkisini anlatan bir film. Çok Fassbinder izleyince böyle şeyleri hatırlamaya vaktiniz kalmıyor. Neyse ki Starlet gibi filmler var da “Tamam da Rainer, güzel, ufak şeyler de var lan” diyebiliyorsunuz.

Jane var bu filmde, genç bir porno film oyuncusu, bir de Sadie var yaşlı bir bingo tutkunu. Filmin oldukça “sansasyonel” olabilme potansiyeline rağmen yönetmen öyle bir dramatik yapı oluşturuyor ki asla bu sansasyona izin vermiyor. Ve siz  pekâlâ bu kızcağız yani Jane  bir garson da olabilirdi ve bu film yine böyle etkileyici olurdu diyebiliyorsunuz. Jane’in bir porno oyuncusu olmasının gerçekten de hiçbir numarası yok. Neden öyle peki? Çünkü öyle istemiş bu kadar basit. Tamam, mutlu falan değil ama dedik ya garson da olsa mutsuz olacaktı zaten, bunun bir esprisi yok. Filmin bir başka güzel tarafı da bütün karakterlerinin bir tür kırılganlığa sahip olması ve bir şekilde iyi insanlar olmaları. Porno diyince direk uyuşturucu, mafya, para gibi şeylerin konuşulduğu böyle bir dünyada çoluk çocuk sahibi iyi bir aile babası olan bir porno yapımcısıyla karşılaşabiliyoruz mesela. Ya da kendi ekonomik durumunun kötülüğüne rağmen ev arkadaşının binlerce dolarına dokunmayan, ona ihanet etmeyen hatta onun bu parayı bir şekilde çaldığını öğrenince delikanlıca bir tavır sergileyip ona kızan bir porno yıldızı da var bu filmde.



Jane’in başlarda gerçekten de bir vicdan azabı ile hareket ettiği aşikâr; fakat anlıyoruz ki Jane, Sadie’den çaldığı parayı bir yerden sonra sadece onun mutlu olması için, hayallerini gerçekleştirmesi için kullanmaya başlıyor. Bir Büyükanne–Torun, Anne-Kız ya da arkadaşlık ilişkisi değil onlarınki. Bütün bu ilişki modellerinden bir şey alan ama hiçbirine tam olarak uymayan, sadece, bir şekilde, birbirine ihtiyaç duyan iki insanın filmi Starlet. Sadie ömrünün sonuna doğru onu yalnızlıktan kurtaran Jane’e ne kadar bağlıysa Jane de yavaş yavaş profesyonelleştiği yorucu porno sektöründen kaçtığı her fırsatta sakinliği ve sevgiyi Sadie’de buluyor.

Her iki karakterin de hayatında bir sürü trajedi var. Özellikle filmin sonunda Jane’in Sadie’nin kocasının mezarına çiçek koyarken hemen yandaki mezarda yatan kişinin ismi gelir gözümüzün önüne. Neyse daha fazla açık vermeyeyim. Demek istediğim şu bunların hepsinden esaslı bir duygulanma bir melodram da çıkabilirdi. Ama yönetmen bu yollardan vazgeçip her şeyi olduğu gibi bırakıyor. O yüzden de Starlet çok güzel bir film oluyor.

Hayatta böyle şeyler oluyor yani. Biz tercihimizi Tchibo’dan yana kullansak da, hayatımızın bir noktasındaki ufak bir kırılmanın bugün epeyi anlamlı gözüktüğünü anlayabiliyoruz. Ama bütün bunlar bizde sadece bir Seinfeld etkisi yaratıyor. Hepsi tuhaf. Şimdi buna bakıp bunalıma da girebilirsiniz. Ama biz buna bakıp, yani tuhaflığa bakıp gülmeyi tercih ediyoruz. Hep tercih.


2

Jean Seberg Sahiden Yaşadı mı Patron?



Konuşmak tuhaf. Ağzımızı hareket ettirip bazı sesler çıkarıyoruz ve karşımızdaki şahıs da bu seslere benzer bir şekilde karşılık veriyor.

Ama şey iyi, susmak. Birinin yanında uzun süre susabiliyorsanız o insanı bir şekilde hep hayatınızda tutmalısınız. Ya da şöyle diyelim yanında uzun süre saçmalayabildiğiniz ya da uzun süre susabildiğiniz biri varsa o insanı hayatınızda tutmaya gayret edin. Benim hayatımda böyle iki insan vardı. Biriyle telefonda yaklaşık beş saat konuşabilirdim Yanında uzun süre susabildiğim insanla ise durarak, yürüyerek, yemek yiyerek vakit geçiriyordum. Böyle anlatınca sıkıcı görünüyor belki ama hiç de öyle değildi. Karşılık sürekli konuştuğum insan da karşılıklı sürekli sustuğum insan da artık hayatımda değil. Bunun sebepleri vardır sanırım. Ama üzerine düşünecek enerjim yok.

Çoğunlukla olmaması gereken şeyleri yaşarız. Bir şeyi olduğu haliyle bırakıp uzaktan bakma şansımız olmadığı için de sürekli yeni bindirmeler yaparak başımıza gelenlere farklı anlamlar yükleriz. Burada bir haksızlık olduğu aşikâr. Hayat duygusu zayıf olan insanlar gördüklerini sürekli kötü bir dünyaya yorabilir. Bu doğrudur yanlıştır onu bilemem. Ama mümkün ve makbuldür.

Jean Seberg’in kocası, yazar Romain Gary  “Ne yardım edebildiğiniz ne bırakabildiğiniz ne de sevmekten vazgeçebildiğiniz bir kadınla yaşamak ne demek bilemezsiniz” demişti

Jean Seberg, bir yerden sonra hayatı bırakmaya karar vermişti. Bu konuda da oldukça ısrarcıydı. Şu veya bu sebepten. Bunu bilemeyiz. Ama Jean Seberg çok güzel kadındı. Geriye doğru, dibe doğru alkışı hak edecek şekilde gidiyordu. Onun bıraktığı bakiye hissi ile kim uğraşacak bilmiyorum. Bu en azından benim sorumluluğumda değil sanırım. Siz uğraşın biraz da.





……
Jean Seberg rüyan ne oldu?

İki gece önce gördüm en son. Bir daha görmedim.

Aynı şeyleri mi söyledi sana?

Evet. Hep aynı şeyleri söylüyor zaten.

Tamam boşver. Görmüyorsun artık. Bu güzel.


……

Hangi uyuyan adam?

Şu bahsettiğin bir kitap vardı ya. Hani filmi de var. Sürekli bir kadın konuşuyor fonda.

Ha evet, hatırladım.

Tamam. O kitabı okumak istiyorum. Versene bana.

Olur.

Nasıl oldun.

İyi

Yanlış anlamazsan sana yine bir öneride bulunucam.

Ah. Lütfen buyurun Mademoiselle. Tam da ihtiyacım olan şey. Hiç çekinmeden başlayın lütfen.

Sanki hiç alay etmemişsin gibi başlıyorum. 

Sen genel olarak diğer problemlerinin üstünü örtmek için böyle kızlara kafa yoruyosun gibi. Tepkisel bir durum bu aslında.  İlgini çekecek bir şey bulsan ne kız kalacak ne başka bir şey. Boş boş durduğun için oluyor bunlar. Doğrusu, çok harika, muhteşem bir insan seni alıp evlense de sen bu kafayla şöyle bir 4 ay içinde şimdiki haline dönersin. Oysa biraz değiştirebilsen şu kafanı o zaman ne istediğini de anlayacaksın. Böylece yaşadıkların saçma da olsa atlatılabilir olacak senin açından.

Evlenmek mi?

Ya onu örnek olsun diye söyledim. Şimdi sana “Evlen” desem mutlaka dalga geçeceksin o yüzden-

Hehe. Bak ben otobüs yolculuklarından çok hoşlanıyorum. Ve evlendiğin zaman pencere kenarında oturma şansın da kalmıyor.
……………………….

Jean Seberg rüyan ne oldu?

Dün başka bir rüya gördüm. Jean Seberg ile ilgisi yoktu. Rize’de geçiyordu.

Güzel.



3

Woody: Bir Giriş



Woody Allen’ın Melankolik Filmlerine Bir Giriş Yapıyorum.

Her yıl olduğu gibi geçen yıl da film çeken Woody Allen “To Rome With Love” ile selamladı bizi. Tabii ki biz de severek izledik, eğlendik. Şu Roberto Benigni dedik, nasıl bir yetenektir. Ve böyle bir yetenek nasıl oldu da bir türlü hak ettiği değeri görmedi. Adamcağızı Fellini keşfetmişti. Bir filminde oynatmıştı. Filmin içinde “Ay” kelimesi geçiyordu. Google’dan bakmayı reddettiğim için şu anda şahane şekilde sallıycam filmin adını. Bakalım tutacak mı: “Güzel Ay.”

Hah işte bu filmle yapmıştı çıkışını. Akabinde Fellini ölünce Benigni de kendi yoluna çıktı. “Hayat Güzeldir” dışında göze hoş gelen bir şey yapamadı. Jim Jarmusch sağolsun her gizli saklı hazineyi bulup ortaya çıkarttığı için onu da buldu ve Down By Low ve Night On Earth filmlerinde oynattı. Neyse ya. İşte Woody de komediye yatkın bir adam olduğu için ve filmi de İtalya’da çektiği için Benigni’nin oynamaması söz konusu olamazdı. Böylece Benigni’yi de son demlerinde güzelce izleme fırsatı bulmuş olduk  (Bu arada Fellini’nin o filminin adı için ikinci bir sallama yapıyorum, bu daha iddialı “Mavi Ay”). Niye başka ülkelerde de bir star olamadığını Benigni ile konuştuğumuzda “Benim İngilizcem yetersizdi Aras” dedi (Bunu da İngilizce söyledi ama ben Türkçe anladım).

Başlıktaki “giriş” işte bu yukarıdaki iki paragraf aslında. Direk şöyle girebilirdim “Bildiğiniz gibi Woody Allen’ın melankolik filmleri içinde en çok öne çıkan iki yapım Another Woman ve Interiors’tır” Ama böyle girmemişim. Neden acaba? Lafı niye uzatıyorum bilmem. Aslında Ylmaz Özdil gibi yazabilirdim.

İki melankolik filmi vardı.
Bu filmler çok önemliydi.
Biri Another Woman
Diğeri ise Interiors’tı.
Yeni filmini Roma’da yaptı.
Adamın adı Woody Allen’dı.


Konuya giriyorum;


Interiors




Bir süredir Woody Allen’ın filmlerini yeniden izliyorum.

Özellikle de bu “ağır” filmlerini. Interiors çok Bergman bir filmdir. Bir anlamda Woody Allen’ın da Bergman’a saygı duruşudur. Ama, aziz vatandaşlarım, bu her ne kadar Bergman etkisi altında olsa da tam bir Woody Allen filmidir.

Aslında Interiors’un daha önceki Woody Allen filmlerinden bir farkı yoktur. Bu filmdeki tek farklılık önceki filmlerinin aksine Komedi dozunun tamamen ortadan kaldırılmasıdır. Konu ve içerik tipik bir Woody Allen filminde olduğu gibi “entelektüeller arası ilişkilerin bunalımlı yapısı” biçimindedir. Önceki filmlerinde bu yapının komedi yönüne ağırlık verirken bu defa işte Bergman’ın da etkisiyle…

Woody Allen’ın Melankolik Filmlerine Bir Giriş Yaptım.


4

Abi Onlar Sevişiyor mu?



Efendim malum olayları bir süredir izliyoruz. Olup biten üzerine konuşmak olaylar gerçekleşirken pek bir şey ifade etmiyor (Basmane’ye doğru topluca eyleme giderken bana “Facebook üzerinden bir şey paylaşmadığım” için laf sokan eski sosyalist yeni anarşist ama güzel bir insana da bunu anlatmaya çalıştım). Birkaç Fransız’dan öğrendiğimiz bir şey var: Suskunluk. Çünkü biliyoruz ki ancak olaylar sona erince, gece olunca olup bitenler üzerine konuşabiliriz. Bugüne kadar söylenen şeylerin hepsi bir yorumdu. İşte “şöyle oldu”, “bence olay bu” vs gibi şeyler. Ama şimdi, en azından benim için olaylar sona erdi ve konuşulma kıvamına geldi. Olayın bitmesi “gezi olaylarının bitmesi” gibi bir şey değil, olup bitenlerdeki “olay” kavramının sona ermesidir. “Olay” dediğimiz bir içtihattır. Durumu alıp değiştirmek ve bir an bile olsa yönlendirmektir. Benim için olayın doruk noktası Ntv önünde toplanan kalabalığın en sonunda kameraları eylemcilere çevirtmesiydi. Olay budur. Gidersiniz ve bir içtihatı kökünden değiştirirsiniz. Müdahale tam anlamıyla budur. Ahir ömrümüzde böyle bir ülkede asla bir “olay” a tanık olamayacağımızı düşünürken böyle bir şeyle karşılaşmak bir utanma duygusu yarattı bizde. Ve işte bu “olay” ile (Ki hâlâ Türkiye tarihindeki ilk “olay”dır bu) ilk kez Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşamaktan mutluluk duyduk. Devamı olur mu, işler bir yere varır mı bilemem, ama bu maç çok kaliteli bir maç. Artık skoru önemli değil.

Benim olup bitenlerle ilgili yapabileceğim tek şey ise bir tespittir.

Burada bir trajedi söz konusu. Eylemlere tepki gösteren birtakım insanların işin özünde ne söyledikleriyle çok ilgileniyorum. Tabii ki bunlar “Çadırlarda toplu seks yapıyor ahlaksızlar” ya da “Camide bira içiliyoooo” türünden komedi unsuru yaratacak türde saçmalıklar değil. Yani demek istediğim bu bir tepki şekli değildir. Bunların gerçek olup olmaması da önemli değil. Tepkinin biçimi problemli. Aslında bütün bunların temelinde biraz sinsice söylenen şey şu: “Sokakta öpüşen, orda burada sikişen çocuklar kalkmış isyan ediyor”. Bunu böyle kaba bir şekilde değilse de başka şekilde söyleyen ya da ima eden bir sürü insan da var. İşte tam da burada bir trajedi var sevgili dostlar. Bu trajediyi anlamak için memleketimizin tartışılması gereken konularından birine odaklanmalıyız.

Gerçekten de iki kutup var. Basitleştirmek için şöyle ayıralım; bir taraf diyor ki: “Hayatında, gençliğinde, bir kızı öpmemiş, bırak öpmeyi el ele tutuşmamış adamlar protestocu gençlere nefret duyuyor. Hatta onlar yok olsun istiyor” Öbür taraf da diyor ki mesela: “Oh ne güzel hem sevişiyorlar hem de isyan ediyorlar. Ne güzel dünya lan. (Bir sürü istisna vardır elbette. Ama ben temel bakış açısının karşılıklı olarak bu olduğunu söylüyorum. Birisi çıkıp ben hiç sevişmiyom ama her gün gaz yiyom ne saçmalıyon sen falan diyebilir. Ya da muhafazakâr bir tip falan beni yalanlayabilir. Ama ben sadece temeli söylüyorum, temelde durum budur diyorum).

Şimdi, trajedinin tarafı tepkiciler oluyor. Yani siz şimdi biraz da kibirle “Gençliğinde öpüşmemiş, sevişmemiş tipler bize saldırıyor” diyorsunuz. Fakat bu lafı tekrar söylediğinizde özellikle “Gençliğinde öpüşmemiş, sevişmemiş tipler..” dediğinizde epeyi üzücü bir durumdan söz etmiş oluyorsunuz

Bunu söyleyen tipe demek isterim ki:  Bu öyle söylediğin kadar basit bir şey değil arkadaşım. Ve var böyle bir şey. Bir trajediden dalga geçerek bahsedersen ve bunu yıllarca yaparsan insanların ilk reaksiyonu da tepkisel olur elbette. “Ben evde Survivor izlerken siz orda burada sevişiyordunuz. Ne katılıcam lan size” diyebilir (ki bu lafı duydum cidden) ve öyle sanıyorum bu anlaşılamayacak bir durum değildir. Elbette insanlar öpüşsün orda burada sevişsin istemiyorlar, elbette bunları yapmadıkları, yapamadıkları için istemiyorlar ve elbette kıskanıyorlar. Ama bunlar dalga geçilecek durumlar değildir. Üzücüdür abi bu durum, tamamen üzücüdür. Uzaktan uzağa birini sevmek, 5- 6 yıl gibi sürelerle “platonik” kalmak, bırakın ona dokunmayı hiçbir şey söyleyememek vs. travmatik şeylerdir.

“Çadırlarda sevişiyolaaar” dendi. Ben İzmir –Kordon üzerinden diyebilirim ki “Evet abi, sevişiliyor, acayip seksler döndü burada.” Tanık olduğum şeyler üzerinden –ki birçoğu da tanıdığım, bildiğim sevdiğim insanlardır bunların- bir ahlâkçılık yapacak değilim. Orada insanların sevişmesinde de kötü bir taraf görmüyorum. Ama aynı şekilde “Sevişilmesin ya” diyen insanları da anlıyorum. Haa şimdi böyle söyleyince her iki tarafı da anlamaya çalışan, insancıl biri olduğum ve herkesin el ele, kardeşçe yaşadığı bir dünyayı falan hayal ettiğim ya da tepki gösterenleri desteklediğim zannedilebilir ama öyle değil.

Neyse. Sevişmek diyorduk.  “E ne diyosun yani, hep beraber sevişip barışacaz mı?” denilebilir. Mümkün olsa böyle bir şey isterdim tabii. Ama mantıklı olarak söyleyebileceğim şey hazır belirli içtihatlar değişirken bu söylem biçimi de değişsin. Çünkü böyle bir yere varamıycaz. Herkes birbirini anlasın da demiyorum. Sadece tepkilerin biçimini biraz daha mantıklı ve hatta saygılı bir pozisyona getirelim. “Ben 30 yıl birine elimi sürmedim” diyen birini de “Her gün sevişiyorum” diyen birini de belirli bir mantık çerçevesinde buluşturmak lazım. İşte çok güvendiğim bir kelime olmasa da Saygı lafı burada önem kazanıyor. Bir trajediye saygı duymayı öğrendiğimiz zaman belki şahsi tepkilerimiz de karşı tarafta aynı şekilde bir saygı uyandırır.



Bütün bunlarla beraber, sevgili dostlar, biz epeyi Fassbinder izledik. Biliyoruz ki hiçbir devrim bireyler arası duygusal sömürüyü sona erdirmeyecek. Söz konusu olan her zaman ve mekân için duyguların sömürülebilir olmasıdır. Bu sömürü asla sona ermez. Sürüp giden bir konudur bu. İster vatan aşkı denen şeyi sömüren bir devlet, ister bir insanın diğerini harap ettiği bir ikili ilişki; sömürüyü daima yeni çeşitlemeleriyle görebiliriz. O yüzden dünyanın iyi bir yere gittiğine hiçbir zaman inanamayız. Çünkü bahsi geçen sömürü durumu insan ile aynı yaştadır ve o yok olmadıkça sona ermeyecektir. Biz sadece idare etmeyi öğreniyoruz. Başka da yapacak bir şey yok zaten.



5

Suede Benim İçin En İyisi



Uğur: 68 Mayıs'ında Cannes Film Festivali, Carlos Saura'nın filminin gösterimi sırasında Godard, Malle, Truffaut gibi bizim de oldukça yakından tanıdığımız güzel insanlar tarafından basılmış, gösterimin yapıldığı salon bu Yeni Dalgacıların işgaline uğramıştı. Sahneye çıkan Godard mikrofonu eline alıp festivali düzenleyenler ve onların yakın akraba-i taallukatı hakkında birtakım sözler söylemişti. Sonrasında ise bu işgal girişimi netice bulmuş ve festival hemen iptal edilmişti. İşte o iptal kararından sonra, dönemin otuz altılık delikanlısı Malle gazetecilere dönüp "Benim burada ne işim var. Barikatlara Paris'e dönüyorum." demişti. Neyse bütün bunları bir tarafa bırakalım ve sana dönelim. Özellikle son dönemde, bu kanalda neşrettiğin yazılara baktığımızda  metinlerin içeriğinin belirli bir tarafa doğru meylettiğini görüyoruz. Daha önceden çoğunlukla merkezinde sinemanın yer aldığı ve bu noktadan genişletilerek başka konulara temas ettirildiği bir izleği tercih ederken, son dönemde daha değişik şeyler yaptığını söyleyebilirim.

Rük: Evet, söyleyebilirsin.

Uğur: Evet.  Peki Rükneddin, bu işler nereye gidecek böyle?

Rük: Hiçbir yere.

Uğur: Peki neden böyle şeyler yazıyosun son günlerde. Başına bir şey mi geldi?

Rük: Evet, geldi.
…………………………………..

Uğur: Peki aynı anda hem bu Suede hem de Ferdi Tayfur nerden çıktı?

Rük: Ya Ferdi Tayfur’u ben maalesef yeni yeni anlamaya başladım. Çok geç kaldığımı bildiğim için de abandım. Suede ise daha eskiye gider. Doksanların sonunda bizim evde çanak anten vardı. Bu anteni Hotbird’e çevirdiğinde 123 Sat diye şahane bir müzik kanalı çıkardı. İlk orada görmüştüm onları.  Ama tabii anlayıp, sevecek seviyede değildim. Fakat Suede ile gerçek tanışmam İskender sayesinde olmuştur. İşte bundan 6 yıl önce falan İzmir’e geldiğinde bir evde buluşup konuşmuştuk. “Suede dinledin mi hiç” dedi. “Tam olarak değil” dedim. Sonra Sleeping Pills’i açtı işte. İskender de Sleeping Pills adlı bir şey yazmış, onu okudu şarkı eşliğinde. Bir tür metin. Okuduğu şey pek iyi değildi ama Suede iyiydi. Öyle yani.
…………

Uğur E. (Akşam Güneşi’ni dinlemeye başlıyoruz. Fakat Sezen Aksu yorumuyla) Fassbinder Herkesin bir şarkısı vardır. Benimki de Mahler’in 7. Senfonisi demiş.

Rük: Evet, Mahler’i seçmesi doğal aslında. Fassbinder’in hayatının akış ritmi Mahler’in eserlerindeki ritimle benzerlik gösterir. Aslında klasik müzik Almanlar için hem övündükleri hem de utandıkları bir tarihe tekabül eder. Ben de bunu anlamam işte. Hitler Wagner’i çok seviyor diye Alman Klasik Müziğinin topuna karşı bir önyargı var. Ki Wagner de iyidir yani. Fassbinder’in de Mahler seçimi hayatının akış hızına baktığımızda normal.

…………..

Uğur: Anlıyorum. Peki biraz abarttığını düşünmüyor musun? Yani tamam güzel takılıyosun falan da, yani biliyosun işte. Bu işler böyle gitmez.

Rük: Ben de böyle gitmesin diyorum zaten. Hiçbir yere gitmesin. O yüzden bir abartı yok. Abartıyor koşturur dururdum oradan oraya. Ama öyle bir enerjim yok.

Uğur E.: (Önce Ferdi’den Benim Gibi Sevenler çalıyor. Bir müddet bunu dinledikten sonra Suede açıyor Rük, Wild Ones dinliyoruz.) Peki sen yazılarında hem bir taraftan “ya ben öyle kordondan kız bulup evine götürebilen bir tip değilim” diyorsun hem de iki yazında da sonuçta kordonda bulup tanıştığın insanları anlatıyorsun.

Rük: Şimdi o ikisi dediğin birbirinden çok farklı durumlar. Bal dediğimiz kız hakkaten bulup bir yere götürdüğüm biriydi. Ama A. zaten vardı ve onu oradan alıp eve falan götürmedim. Arada birkaç gün var. Ve duygusal anlamda da farklı şeyler bunlar.. Bulup götürmediğim kesinlikle doğru. Anlattığım iki olayda da buluşma görüşme öncesi konuşmalara tanık olsan durumu anlardın. Yani ben hiç öyle yırtıcı bir şekilde olaya girip, konuşmayı açıp ne kadar da zeki ve komik bir insan olduğumu falan göstermedim. Epeyi çekingendim aslında, özgüvenim de yerli yerinde değildi Hatta doğru dürüst konuşamadım bile onlarla. Sohbeti onlar yönlendirdi daha çok. Ben de katılım gösterdim. Sonunda da böyle oldu işte. Ben de bir mantığa oturtamıyorum zaten. Ama Bal dediğimiz kızın bende gördüğü bir şey varmış. Yakışıklılık falan değil de cinsel bir şeymiş bu. Epeyi net bir kızdı bu açıdan..
……………………

Rük: O değil de bişeyler mi içsek ye. Böyle konuş konuş nereye kadar.

Uğur: Olur içelim.

Rük: Rakı falan mı içsek yoksa çay mı içek?

Uğur: Çay benim için en iyisi


6

Bir Romanda Görebileceğiniz 22 Bin Çeşit Diyalogdan Farklı Bir Model Önerebilmek İçin Yapılan Çalışmalar (1)



Telefon üçüncü çalışında açıldı.

“Geldiğimizde gittiğimiz bir yer vardı. Hani çok güzel bir İskender yemiştik. Nerdeydi o?”

“Hatırlamıyorum. Aç mısın? Yürüyüşün ne alemde?”

“Yürüyemiyorum. Bir de aklıma sürekli Ogorodnikov’un “Prişvin’in Kağıt Gözleri” filmi geliyor. İzlemedim ben bu filmi. Ama hep aklımda. Evet açım.”

“Seni yemeğe çağırırdım ama evde değilim ben şu an. Yazlığa geldim. Birkaç gün daha burada olmam lazım. Buraya gel istersen. Yani işin yoksa. Bu arada ben izledim iyi değil “Prişvin’in Kağıt Gözleri” Bunuel ile şu Çekoslovak kadın yönetmen vardı..  Neyse adını unuttum. İşte bu ikisini taklit etmiş gibiydi.”

“Hangi Çekoslovak ya?”

“Adını işte hatırlayamadım. Ama bir filminde böyle iki tane kız çeşitli maceralara atılıyorlardı. Sürekli eğleniyorlardı falan”

“Çekoslovak olduğuna emin misin?”

“Evet. Sen gelecek misin bu arada? Eğer yürüyemiyorsan bu zor olacak senin için. Bir taksi tut istersen ama acayip pahalı olur. Minibüse binme şansın var mı?”

“Önce tekrar yürüyebilmem gerekiyor. Dikkatim kayboldu sanırım. Yeniden yürüyüşüme odaklanabilirsem gelirim oraya. Bu arada ben ölüyorum biliyor musun?.”

“Biliyorum canım”

“Her neyse. Ben tekrar yürüyüşüme odaklanacağım şimdi. Başarırsam sana haber veririm. O değil de şu bahsettiğin yönetmen Macar olabilir”

“Hangi yönetmen?”

“O bahsettiğin Çekoslovak yönetmen. Adını hatırlamadın ya”

“Ha, yok, eminim. Çekoslovak o. Adı aklıma gelecek kesin. İleteceğim ben sana. Neyse kapatıyorum şimdi. Haberleşiriz”

7

Uzun Zaman Geceleri Kanatlarımla Yattım



“Komünistlik başka, ana baba başka” (Mahir Ünsal Eriş – Kanatlarımız Olsa Be Metin)

8

Bana Kimse Unutmayı Düz Yollar Çevre Yollar Yanında Duran Arabada İyi Biri Olma İhtimali Hayır Öğretemez



Elini düşünceli bir tavırla pencere camlarının haç şeklindeki çıtalarına dayadı, sanki camı kaldırıp dışarı sarkarak, kız ve köpeğin ardından bakmak istermiş gibi. Ama purolu eliydi dayadığı ve bir saniye fazla duraksamıştı. Purosundan bir nefes çekti. “Allah kahretsin” dedi. “Dünyada hoş şeyler de var. Hakkaten hoş şeyler yani. Hepsini birden ıskalayacak kadar da salağız biz. Olup biten her şeyi hemen o sefil egolarımıza gönderiyoruz mütemadiyen”


9

Extremly Well








10

Atom İyi Atom yahut Kış Bilgisi

Peki neden daha iyisin?

Kış bitti çünkü.

Ciddi misin?

Evet.

Bu çok iyi lan. Valla sevindim yani. Hani biraz daha sürecek diye bekliyordum ben. Ama güzel atlattın. Görüşelim mi o zaman. Gelicem ben İzmir’e.

Olabilir.

Peki nasıl kurtuldun. Ya da şöyle sorayım hangi film ya da kitap sayesinde?

Ya kitap ve filmlerin etkisi var tabii de bu defa lise bilgilerimi hatırlamak iyi geldi diyebilirim.

Nasıl lan. Ne bilgileri.

Atom bilgileri ya. Hani nötron, proton, elektron falan. Yani işte her şeyin yapı taşı olan atom. Yani neyden bahsetsek aslında atomdan bahsetmiş oluyoruz. Sevdiğimiz şeyler de sevmediğimiz şeyler de hep atom. Ben de dedim ulan sen evde oturmuş yok şu yok bu falan diye düşünüyon da atom lan hepsi dedim. Atomseviciyiz yani. Bu da bana çok saçma geldi işte. Kediyi de insanı da hep atom niyetine seviyoz. Bir de bunun üzerine biraz Curb.. biraz da Seinfeld izleyince bütün ışıklar yandı kafamda. Düşünme biçimim değişti. Bir şeye yer değiştirip farklı açıdan bakmaya başladım. Ve daha önce bakıp üzüldüğüm şeyin epeyi komik olduğunu fark ettim. Böylece kış bitti işte.

İlginç. Ama bitmesi güzel. Gey Pride var orada buluşak o zaman Pazar günü.

Olur.

Sen yine de ne olur ne olmaz Fassbinder’i falan azalt. Devam et komedi dizilerine. Ben yeniden Scrubs izlemeye başladım mesela. Hatta bazı bölümlerin sonunda ağlıyorum falan. Neyse. Haydi seni vuran beni de vursun o zaman çocuğum, öptüm.



Sağolasın.













Hiç yorum yok: