25 Temmuz 2013 Perşembe

Kurosawa Mon Amour





Kurosawa filmlerini çok seven bir amcam var. Lise yıllarımda, film bulmanın pek de mümkün olmadığı zamanlarda, Ankara’dan getirdiği bir tomar Divx vermişti bana. Filmlerin hepsini izleyene kadar lise de bitmişti zaten. Ama Kubrick olsun, Visconti olsun onun sayesinde girmişti hayatıma. Ama en çok da Kurosawa.

Fakat şöyle bir durum var ki ben Kurosawa filmlerini sevmem. Daha doğrusu sevemedim. Dersu Uzala olsun, Ran olsun, hepsi sıkıcı filmlerdi gözümde. Her neyse. Bu amcam geldi geçen gün buralara. Baba tarafının kültür sanat yolunda gösterdiği devamlılık her zaman ilgimi çekmiştir. Aralarında kötü de olsa kitap yazanlar, fotoğraf sanatçısı yahut ressam olanlar var (Bir tane de Viyolonsel çalan kuzenim varmış ama onu hiç tanımadım). Ama bütün bu kültür ateşesi havalarına rağmen pek yakınlık kuramamışımdır hiçbiriyle. Arada mesafe olması, büyürken başka kentlerde olmamız vs. hep bir sorun teşkil etti. Her neyse. Bu amcam hâlâ Kurosawa seviyor. Sevmeyen insanlara da bir anlam veremiyor. İkinci anlaşamadığımız nokta ise Fellini. Ben Fellini de sevmem. Amcam bilakis Fellini’yi de çok seviyor. Ortak noktada buluşalım diye Antonioni öneriyorum “Mehh” diyor. “Tamam o zaman Fassbinder” diyorum “Öehhh” diyor. Karşımda 52 yaşında bir adam var ama ben 5 yaşındaki çocuğa yönetmen beğendirmeye çalışıyormuş gibi hissediyorum. Söylediğim her isimde yüzü buruşuyor ve çocuk gibi sesler çıkarıyor zira.

Konuyu ciddileştirmek için babamla aralarının neden bozuk olduğunu soruyorum “Bozuk değil de mesafeliyiz” diyor yine o kurtulamadığı çocuk ses tonuyla. Neden mesafeli olduğunu sorduğumda ise bana şöyle bir hikâye anlattı: Bundan yıllar önce halaların falan hep beraber babanı ziyaret etmek için Alanya’ya gittik. İşte buluştuk, oturduk bir kafeye. Herkes siparişlerini verdi. Sonra baban “Ben bir tuvalete gidip gelicem” dedi ve masadan kalktı. Bir daha da geri dönmedi. İşte böyle. Aradan sekiz yıl geçtikten sonra yani geçen sene gördüm işte onu. Bir şey de demedim, hatırlatmadım ayıp olmasın diye.

Şimdi bu hikâye beni elbette şaşırtmadı. Zira daha önce de duymuştum bu hikâyeyi. Ama nedense amcam üzerinde yıkıcı bir etkisi olmuş. Gerçi amcam da bir bakıma haklı tabi. Onca yol gidiyorsun adamı görmek için ama eleman beş dakka sonra satışı koyup vınn kayboluyor ortadan. Bu hastalıklı yalnızlık durumu dediğim şey baba tarafında ata sporu gibi bir şeydir. Örneğin diğer amcamın bu “hastalıklı yalnızlık” konusunda ödülü hak eden bir performansı var. Onu da büyük amcamdan dinliyorum. Şöyle: Baban gene iyi. Diğer amcan ciddi bir hastalık geçirmiş. Hani hayat memat meselesi var ortada. Ama hiçbirimize haber vermiyor. Sonra gidiyor herif çok ağır bir ameliyata giriyor. Ameliyata girmeden önce hastabakıcıya eşyalarını emanet edip “Hakkını helal et” diyor. Üç yıl önce olmuş bunlar. Geçen gün anlattı bana gülerek. Ne yapayım yani ben şimdi bu adamı? Döveyim mi? Anasına küfredicem o da olmayacak.

Aslında tam bir Glass ailesi olma potansiyeli varmış bizim Keser ailesinin. Onlar da 7 kardeş. Onlar da iki kız beş erkekten mürekkep. Ama işte konjonktür gereği pek de özelliği olmayan hayatlar yaşıyorlar. Glass ailesi kadar konuşkan da değiller. Biri dışında edebiyata da yatkınlıkları yok. Üstün zekâ desen hak getire. Ama kimi ilginç durumlar Keser ve Glass ailesini az da olsa yakınlaştırmış işte.




Neyse. Kurosawa’ya geri döneyim. Dedim ki amcama “Bak Wes Anderson var amca” biraz durdu. Hatırlamaya çalıştı. “Haa ben 2000 sonrası ile alâkalı değilim” dedi. “Doksanlarda da film çekti ama” dedim. “Orası beni ilgilendirmez. 2000’li yıllarda hâlâ film çekiyorsa ilgilenmiyorum işte. Bak Kieslowski’ye çekmiş mi 2000’lerde film? Çekmemiş. Peki neden?” “Adam öldü çünkü doksanlarda” “E orası beni ilgilendirmez. Hem konu bu değil”

Bir yere varamayacağımız kesindi. O yüzden birkaç klise gezdik. Odaya döndüğümde vcd şeklinde mevcut olan bazı Kurosawa filmlerine baktım. Aldım Rashomon’u taktım bilgisayar’a. Bilgisayar vcd’yi tanımakta epey güçlük çekti. En sonuda “vick vick” sesleriyle takıla takıla da olsa oynatmaya başladı filmi. Bir süre izledim. Akabinde “Sevmiyorum lan işte Kurosawa’yı allah allah ya” diye bağırdım. Bu bağırışıma site sakinleri pek anlam veremedi ama alt ve karşı balkonlardaki gürültü kesildi. Farkında olmadan etrafa korku ve dehşet saçmıştım. Baktım Greenberg inmiş. “Böyle şeyler izleyim ben artık” dedim. Greenberg bittiğinde ise “Ben Stiller’dan bile bunalımlı tip yapmışlar anasını satayım, koyayım böyle bağımsıza” dedim. Ama filmi de bir şekilde sevdim. Annem Murathan Mungan’ın on beş milyon kitabından biri olan “Erkeklerin Hikâyesi” ni almış eve. Kitabın kapağına bir süre bakıp “Erkeklerin hikâyesi ne amına koyim” dedim. Yatağa girdim. Bir süre Kurosawa’yı düşündüm. Birlikte waffle yediğimizi hayal ettim. Kurosawa onun hakkındaki düşüncelerim nedeniyle epey üzgün görünüyor mesela. Ben de çok üzgün bir şekilde waffle yiyen bir Japon nasıl teselli edilir diye düşünüyorum falan. Sonunda da waffle’dan koca bir ısırık alıp ağzım dolu bir şekilde Kurosawa’ya “Abi kültür farkı var ya ondan sevemiyom ben senin filmlerini. Yoksa inan ki iyi yani senin filmlerin” dediğimi düşünüyorum. Uykuma saatler varken yatağa girdiğimi fark ediyorum. Yataktan çıkıp Tesla belgeseli izlemeye başlıyorum.


Hiç yorum yok: