27 Mart 2012 Salı

Hepimiz Slovak Bir Dünyadan Koştuğumuz Ölçüde Yürüyorum

Son günlerde ülkemizde esen Slovak rüzgarları, bir hayalimizin daha depreşmesine sebebiyet verdi: Ünlü Slovak yönetmen Martin Šulík’le tanışmak ve mümkünse bir röportaj yapmak. Bunun için tekrardan bir uğraşalım, kendisine ulaşalım dedik. Çabalarımız tam sonuç vermese de “bir yaklaşık” bir sonuca ulaştık ve ünlü yönetmenin uzun yıllardır asistanlığını yapıyor olan Rastislav Barčák’la konuştuk, Šulík’in şu sıralar inzivaya çekildiğini ve kimseyle görüşmediğini öğrendik. Ama Barčák bizi kırmayıp davetimize olumlu yanıt verdi ve Türkiye’ye, İzmir’e geldi. Geçen Salı akşamı da Küçükpark’ta bir kafede bana, birazdan okuyacak olduğunuz röportajı verdi. (Bababeni O. ise çok sevdiği dizisinin yeni bölümünün, ani bir kararla Çarşamba akşamı yerine Salı akşamına alınması sebebiyle buluşmaya iştirak edemedi.)
Not: Röportajın havadan sudan konuştuğumuz bölümleri yer sıkıntısından dolayı metinden çıkarılmıştır. Ayrıca Bababeni O.’nun yokluğu bizi bir fotoğraf makinesinden de mahrum bırakmış olduğu için o geceye ait hiçbir fotoğraf kaydı da, ne yazık ki, bulunmamaktadır.

***************
Uğur E. : Öncelikle hoş geldiniz, davetimizi kırmayıp buraya kadar geldiğiniz için teşekkür ediyorum.
R. Barčák : Ben teşekkür ederim.
(Buradan sonra benim aşağıdaki soruma kadar, yolculuğunun pek iyi geçmediğinden bahsettiği, İzmir’i çok beğendiğini, Türklerin çok misafirperver olduğunu söylediği, “Merhaba” falan demeye çalıştığı, oldukça klişe ve bir o kadar da tatsız bir konuşma yaşadık. O yüzden oraları atlıyorum.)
Uğur E. : Uzunca bir süredir kafaları meşgul eden bir soru var bu coğrafyada, biz bu mefhuma çok yabancı olduğumuz için işin içinden bir türlü çıkamıyoruz. Fakat siz, şimdi uzun yıllar Martin Šulík’in asistanlığını yapıyor olduğunuzdan dolayı daha iyi bilirsiniz, o yüzden bu soruyu asıl size sormak istiyorum: bir Slovak filmi nasıl izlenir?
R. Barčák : “Şimdi bu soruya cevap verebilmek için önce, o sinemanın geliştiği toprakların tarihini falan çok iyi bilmek gerekir” gibi beylik laflar etmek istemiyorum. Ben de tam olarak bilmiyorum zaten o toprakların tarihini. Ama bu camiada var öyle şeyler, böyle böyle laflar edenler. Çok duyuyoruz. Neyse girmek istemiyorum şimdi o konulara, çok ağır konuşabilirim.
Sorunuza gelirsek, izleniyor yani bir şekilde. O karşılaşmayı sağlayabilmek önemli oluyor. Filmle karşılaşmak. Biz mesela Záhrada (Bahçe) adında bir film yaptık Šulík’le, çok tutuldu o. Neden tutuldu? Şöyle aslında, Šulík genelde masalsı öğeler taşıyan, masalsı filmler çekmeyi seviyor. Sinemasının arkeolojisine baktığımızda, Hıristiyanlık mitlerinden tutun da, Orta Avrupa masallarına kadar bir yığın değişik şey bulmak mümkün. Filmlerinde kurduğu bu alacalı bulacalı, garip öykülü evren de onun seyirciyle organik bir bağ kurmasını kolaylaştırıyor. Seviliyor yani adam.
O aslında sadece filmlerini değil, kendi yaşam alanını da gerçekten çok farklı şeylerden kuruyor. Evini bir görseniz zaten, o filmlerin nasıl bir kafadan çıktığını daha iyi anlarsınız. Fakat “o içindeki çocuğu asla kaybetmedi” klişesinden bahsetmiyorum burada, asla, yanlış anlaşılmasın lütfen. Onun bakış açısını imlemeye çalışıyorum.
Uğur E. : Ben de tam Záhrada’dan bah…
R. Barčák : Sen sormadan ben hemen anlatayım: Bir gün Šulík’in ofisinde oturuyoruz, nasıl bir film yapsak diye düşünüyoruz. Bir önceki filminin Slovak camiasında sevilmesinden ötürü de pek bi mutluyuz tabi. Aslında sadece ben ve ailesi mutluyduk sanırım, Šulík pek takmaz böyle şeyleri. Neyse, bir ara kapı tıklatıldı, gittim açtım kapıyı, gelen Šulík’in 5 yaşındaki küçük yeğeni Katharina’ymış. Araları da pek iyidir, maşallah. Šulík ona sürekli hikayeler masallar anlatır, kendi hayal gücünün mahsulü olan masallar. Beraber oyunlar oynarlar, parklara, bahçelere giderler. Šulík, Katharina’yı görünce her zamanki alışkanlığından olsa gerek, ona bir hikaye anlatmaya başladı: Dedesinden miras olarak kendisine bir bahçe kalan adamın hikayesi. İşte o filmin senaryosunun temelleri, çikolata parçacıklı kurabiye yiyerek süt içtikleri, o bol güneşli günde atıldı. Ardından bir takım teknik meseleleri falan bir hafta gibi çok kısa bir sürede halledip hemen çekimlere başladık.
Uğur E. : Anlıyorum, ama ben aslında onu sormayacaktım. Şuraya bağlamak istiyordum: Bildiğimiz gibi, genel olarak bir masalın izleği, ana karakterin yolculuğu çerçevesinde sürer. Bu yolculuk sırasında ana karakter çeşitli kişilerle karşılaşır ve onların her birinden yolculuğunda işine yarayacak bir şeyler öğrenir, finale gelindiğinde ise o zamana kadar öğrendiklerini uygular ve başarılı olur, mutlu sona ulaşır. Andersen masallarından tutun da, Ezop’a, La Fontaine’e, hatta bizim Türk masallarına kadar, birkaç istisna dışında bu durum böyledir. Šulík’in, sizin de adını “masalsı” koyduğunuz, filmleri de bu izleği taşıyor. Hatta Orbis Pictus’taki yetimhaneden ayrılıp annesine dönmek üzere yola koyulan kız hikayesi bunun bir türevi, bu izlek üzerine inşa edilmiş, kendini onun üstünden var eden bir film. Fakat Záhrada ise dah…
R. Barčák : Evet, Záhrada’da onun ters yüz edilmiş bir versiyonunu yaptık biz: Adam dedesinden kendisine miras kalan bahçeye yerleşir ve hemen hemen her gün, bahçede birileriyle karşılaşır: Yolunu kaybeden adamlar, koyunlarını otlatmaya gelen çobanlar, arabası bozulanlar…
Uğur E. : Evet, hatta o karşılaştığı kişilerden bazıları Jean-Jacques Rousseau, Wittgenstein gibi adlar taşıyan insanlar. Ben biraz da Záhrada’nın bu yönünü sorunlu buluyorum. Karşılaşmalar önemlidir tamam ama, filme, felsefe tarihinden bir ismi “olduğu gibi” dahil etmek, bana pek samimi gelmiyor açıkçası. Yani, Šulík’in dümdüz bir felsefi söylem derdine düşmüş olmasına pek anlam veremiyorum. Šulík, Wittgenstein alıntısı yapmasa da güzel bir film yapmış olacakken ya da biz Rousseau’dan erdemli olma dersi almasak da bir şekilde “tarihi tersinden okuyarak” çıkarımlar yapabilecekken, neden böyle dümdüz söz söylemeyi seçmiş ki diyorum. Neden? Filmin aslında bunlara hiç ihtiyacı yokken, neden?
R. Barčák : Şimdi Uğur, hepimiz biliriz ki, neticede çeşitli zümrelere bir filmi sevdirmek için o filme eklenmesi gereken belli başlı sahneler vardır. O sahnelerle salona seyirci çekersin. O sahnelerle sevilirsin. Šulík’in yaptığı da, biraz bildiğini gösterme, “bakın ben felsefe de biliyorum, hatta bilmekle kalmıyorum, filmime bile sokuyorum” deme, biraz da “üç beş seyirci fazla gelsin, Rousseau bilen emekli amcalar da bizi sevsin, cebimiz para görsün” düşüncesiydi. O dönemlerde maddi açıdan çok zor günler geçiriyordu, çektiği filmler zarar etmişti, hacizlerle falan boğuşuyordu. İnanır mısın, mahalle esnafına olan borcu yüzünden sokağa çıkamadığı günler olmuştu. Neyse. Hepimiz için kötü günlerdi, çok şükür atlattık o günleri de. Bu yüzden, seyirciyi tavlama yöntemlerini kullandığı için suçlamak istemiyorum Šulík’i. Öyle olması gerekiyordu ve öyle oldu.
Ayrıca kameranın başına geçince vakti zamanında okuduğun felsefecilerin sana pek bir yardımı olmuyor açıkçası. Fransız filozoflar gelip, “öyle çekmeyeceksin usta, önce şu sahneyi çek, sonra da şaryoyu şuraya kaydırarak bi daha baştan al o sahneyi” gibi şeyler demiyorlar. Sen filmine Wittgenstein’ı dahil etmek istiyorsan, onu başka türlü yapman gerekiyor. Çünkü bu olayın bir pratiği yok. Sonuçta yapmak istiyorsan, bir yol bulman gerekiyor. Šulík’in bulduğu yol da buydu, fakat o kolaya kaçtı biraz, kabul ediyorum. Elbette başka yollar da mümkün. Ama bundan daha işlevsel olanı bulunabilir miydi, orasını bilmiyorum.
Uğur E. : Son söylediklerinize katılmıyorum. Çünk…
R. Barčák : (Bir anda sinirlenir.) Katıl veya katılma, olay bu değil zaten. Olay işlevsellik mevzusu. Bunu inkar edemezsin. Hepsini geçtim, Záhrada’da felsefi söylem dışında mistik ve dinsel öğeler de var mesela. Hatta filmi başlı başına bir din alegorisi olarak görmek bile mümkün. (Biraz sakinleşir.) Šulík de filminin içinde bu alegorinin ipuçlarını vermeyi ihmal etmiyor: Başkarakterin adının Jacob olması, filmin 14 bölümden oluşması, her bölümden önce bir dış sesin o bölümde olacak olanları özetleyerek Tanrı imajına yakınsaması, elmanın yasak meyveliği vs. Mesela bu da dinsel bir mitin filme sokulmasının işlevsel bir hali. Demek istediğim biraz da buydu. (Daha da sakinleşir.)
Hatta, filmin açılış sahnesinde, bir elma ağacının dallarından birinin kırılıp yere düşmesi ve Jacob’ın bahçeye ilk girişinde adım attığı her yerin, dokunduğu her şeyin kırılıp dökülüp yıkılması, yani Šulík’in “çürük bir dünya” resmetmesi, fakat film ilerledikçe bu “çürüklüğün” Jacob tarafından onarılması, Jacob’ın dedesine ait bir defter bulması ve bu defter sayesinde “dünya (bahçe)”sını yeniden inşa etmesi, bir nevi onu yeniden kurması gibi artık üzerine söyleyecek söz bulamadığım müthiş olaylar/imajlar var filmde. Umarım anlatabilmişimdir derdimi.
Uğur E. : Evet, Záhrada bazı sorunları olsa da gayet iyi bir film, bunun farkındayım, fakat ben hala söylediklerinize katılmıyorum. Şu işlevsellikle alakalı olanlara. Neyse bunu bir kenara bırakalım ve biraz da Šulík’in Orbis Pictus’undan bahsedelim dilerseniz.
(Barčák‘ın telefonu çalar.)
R. Barčák : Kusura bakma, ama bunu cevaplamam gerekiyor.
Uğur E. : Tabii tabii, buyurun.
(Yaklaşık 4 dakika kadar anlamadığım bir dilde konuşmasını sürdürür. Kah sinirlenir, sesini yükseltir, kah kahkahalar atar. Konuşmasını bitirince bana dönerek)
R. Barčák : Korkarım röportajı burada sona erdirmemiz gerekecek, acil gitmem gerek. Röportaj için teşekkürler. Oldukça keyifliydi.
Uğur E. : Anlıyorum. Keşke devam edebilseydik. Neyse artık, ben buraya kadar gelip benimle röportaj yapmayı kabul ettiğiniz için teşekkür etmek istiyorum size.
Fakat Türkiye’de bir röportaj geleneği vardır. Ne zaman bir yabancıyla röportaj yapılsa son soru olarak hep, o kişinin Türkiyeli okuyucularına/dinleyicilerine/hayranlarına söylemek istediği herhangi bir şey olup olmadığı sorulur. Ben de bu ilk röportajımda, bu geleneği bozmak istemiyorum ve size şunu sormak istiyorum: “Son olarak, blogumuzun okuyucularına ya da Türkiye’deki Šulík hayranlarına söylemek istediğiniz bir şey var mı?”
R. Barčák : Yok.
Uğur E. : Peki öyleyse. İyi akşamlar.

1 yorum:

funda abalı dedi ki...

Zahrada filmi birçoklarından sonra izlediğimde sevdiğim ilk Slovak filmiydi. Ama hakkında çok fazla yazıya rastlayamadım, birçok detay kafamda soru işareti olarak kaldı. Bu röportaj için teşekkürler.
Sulik'in okulunda 1 dönem boyunca sinema okudum. Ancak onu bir kez bile göremedim... Ama hala Bratislava'da yaşıyorum. Belki yarım kalan sorularınız için bu röportajı ben tamamlarım bir gün belli mi olur...