21 Mart 2012 Çarşamba

Sekiz Yıl Sonra Bitmeyen Cennet (14 Mart İçin)




2004 yılında bu ülkenin güneyine çok yağmur yağmıştı. İşte bu tarihte güney kentlerinden birinde okuldan çıkmış yürürken çarşının içinde kaçak bir Vcd’ci bulmuştum. Hal kasaları vardır ya. Hani manavlara sebze – meyve filan bunlara konup getirilir. Kaçak Vcd’ci zevatlar da bu hal kasalarını nereden buldularsa almış sonra da ters çevirerek dükkanın önüne koymuşlardı. Kasalardan birinin üstünde filmler öbürünün üstünde ise müzik cd’leri sergileniyordu.



Yağmur damlaları kaçak cd'lerin naylon poşetlerinin üstüne düşerken ,dükkanın iç tarafından hareketli Arap ezgileri duyuluyordu. Bir süre şemsiyeyle durup kasanın üstündeki film ve müzik cd’lerine baktım. Tam önyargılarıma yenik düşüp dükkanın önünden ayrılıyordum ki soldaki kasanın en köşesinde kasadan düştü düşecek vaziyette bir filme gözüm takıldı. Şemsiyemi indirerek eğildim ve bir süre filmi naylon poşetinin üstünden şaşkınlıkla inceledim.







Tom Tykwer’i Koş Lola ile tanımıştım. Yeni filmi Cennet’i de Sinema dergisinde görmüş ve ulaşmak için beklemeye başlamıştım. Sürecin bu kadar hızlı ilerleyeceğini tahmin etmediğim için de filmi satın alıp eve doğru yürürken de şaşkınlığım tam olarak geçmemişti.


Eve gelip bir süre yemek yedikten sonra filmi Vcd’ye taktım ve izlemeye başladım. Okulda başlayan öğle eve varıp filmi taktığımda müthiş bir öğleden sonra’ya dönüşmüştü. Filmi daha baştan sevmemin nedeni de o öğleden sonra olsa gerek. Öyle bir öğleden sonra’da insan kötü bir film bulup izleyemez. Hava kapandıkça film de yavaş yavaş ortama uyum sağlayıp öğrenilmiş gerçekliğin dışına çıkıyordu.







Genelde sevdiğimiz bir şeyi hatırlarken, o şeyi gördüğümüz,tanıdığımız ortamdan bağımsız olarak hatırlayamayız. Bir eşyanın yeri bile dünyaya ara verilen böyle zamanlarda başka bir düzlemde manzaranın parçası olur. Yan kanepenin üzerinde hiç çalamadığınız gitar ya da televizyonun arkasından uçsuz bucaksız zeytin ağaçlarına bakan pencereler sevdiğiniz şeyin manzarasını tamamlayıcı ögeler olabilirler. En fazla birkaç saat süren bu tip durumlar pencerelerin bütün bir yaşama açıldığı çokluk alanlarının da fragmanına dönüşür.




Cennet,yavaş yavaş gerçeklikle bağlarını koparmış,. Filippo ve Philippa gökyüzüne doğru yükselen (ama durmaksızın yükselen) ve sonunda kaybolan helikopterin içinde pencerelerden birine ulaşırken insan filmlerin (ama “güçlü” filmlerin) hayata doğrudan etki eden yaşamsal bir yapısı olduğuna inanabilir. Ya da en azından ben öyle inanmıştım.




Filmi daha sonra çok kez izlesem de o ilk izleyişin manzarası hiç değişmedi. Köşk’te filmi izleyenlerin böyle bir manzaraya sahip olmadan filmi izlemeleri tabii ki benim yaşadığıma benzer bir deneyimi tecrübe etmelerini engelledi. Filmin son sahnesinde salona girdiğimde kimsenin suratında bir şaşkınlık ifadesi göremedim. Sinemanın etkileme gücü salondan çıkınca evlerine gidecek insanlara artık çok bir şey ifade etmiyor. Ben 2004’te filmi izledikten sonra dışarı çıkıp 3 – 4 saat yürüdüğümü hatırlıyorum. Dışarı çıkaran (şehrin içine,insanların arasına değil zeytin ağaçlarına doğru yürüten) sinema belirli bir yaştan sonra pek mümkün değil. Bunu da geçen haftaki gösterimde anladım.






8 yıl sonra Cennet, dramatik yapısı açısından,hikâye ve olay örgüsünün gelişimi açısından beni tatmin etmemişti. Bunun dışında kalan ve 8 yılda değişmeyen o duygu ise filmin sonunda salona girdiğimde yine bir şaşkınlık ifadesi olarak yüzümde kendini gösterdi.

Hiç yorum yok: