16 Mart 2012 Cuma

Mutsuz Almanlar Leningrad'a Gidin

Fatih Akın sonrası Alman sinemasının gidişatı bizi derin bir üzüntüye boğduğu için, uzunca bir süredir yeni Alman sinemasıyla haşır neşir oluyoruz. Bir çıkış kapısı, bir umut ışığı, bir kalp gözü arıyoruz. Neticede, Duvara Karşı’dan sonra sebepsiz bir rehavete kapılıp, düşüşe geçen bir Fatih Akın’dan medet uman bir sinema hakkında pek iyi şeyler düşünemiyoruz. Bu bağlamda “Berlin Film Okulu, Berlin Film Okulu sensin düzeltecek bu lokumu.” sloganlarıyla filmlerini pazarlamaya başlayan Almanların sesini duyduğumuzda açıkçası çok heyecanlandık, hemen bir göz attık. Fakat gördüğümüz manzara bizi aşağıdaki deklarasyonu yayımlamaya itti:

“Kamuoyunun ve özellikle Alman film endüstrisinin dikkatine,

Yeni Alman sineması üzerine yaptığımız derin araştırmalar ve incelemeler sonucunda, anlayabildiğimiz kadarıyla Berlin Okulu filmleri Petzold, Hochhäusler ve azıcık da Schanelec’in yaptıkları dışında pek bir şeye benzemiyormuş. Fransız tesirindeki yeni Alman sineması, biteviye mutsuz, tatminsiz karakterlerle sizi de koltuğunuzda sıkım sıkım sıkıyor. Mesela bir yerden sonra “bana ne yahu İtalya’da bir yazlıkta bunalan zengin Alamanlar’dan” diyebiliyorsunuz. (Bkz. Alle Anderen)

Thomas Arslan, belli ki kara filme yatkın bir yönetmen. Im Schatten (Gölgeler Altında)’de hapisten yeni çıkmış ve eski muhataplarıyla hesaplaşmaya çalışan bir adamı bize anlatmaya çalışıyor. Ama bunu yapmak için söz gelimi beş yüz bin iki yüz on sekiz tane değişik yol varsa, o en klişe olanını, en kullanıla kullanıla sündürülmüş olanını seçiyor, üstüne bir de oldukça zorlama, seyirciyi ters köşeye yatırma hamleleri falan da ekliyor ve işin iyice cılkını çıkarmış oluyor. Soğukkanlı bir soyguncu imajı kurmaya çalışırken, kontrolü kaybediyor ve filmi düşürüyor.

Nachmittag (Öğleden Sonra) ise çok yeni bir şey ortaya koymasa da kendini izletebilen bir film. Öyle olmasa da Schanelec en azından ne yaptığını biliyor gibi görünüyor. Bunalımlı kadın hikayelerinin her zaman sattığının farkında olan Schanelec, filmini de ona göre kuruyor. Fakat sıradan gibi görünen, bir bunalımlı ve bekar anne hikayesini, düşünen bir film yaparak ilginç kılıyor. Zaman zaman bir takım handikaplara kapılsa da, bizim gözümüzde, amiyane bir tabirle bu okulun parlak öğrencilerinden biri olmayı başarıyor.

Heisenberg ise Der Räuber (Soyguncu)’de sırf adrenalin için banka soyan bir koşucunun hikayesini anlatıyor. Belirsizlik ilkesini filmlerine de koymayı şiar edinmiş bu dostumuz, Hollywood tipi aksiyon filmiyle Alman mutsuzluğunu aynı potada eritmeye çalışarak zor bir işe kalkışmış gibi duruyor. Zaten film de bu arada kalmışlığın içinde eriyip gidiyor ve yine geriye bir şey kalmıyor. Olan biz masum seyircilere oluyor.

Berlin Film Okulu filmlerinin bir özelliği de, filmlerin sonunda karakterlerin bir yere varamaması. Filmlerin hiçbiri de böyle bir amaçla yola çıkmış görünmüyor. Ama özellikle “bunalımlı” dediğimiz filmlerde kadın karakterler daha da mutsuz oluyorlar ve film bitiyor. (Bkz. Yine Alle Anderen, Nachmittag ve Montag kommen die Fenster)

Montag kommen die Fenster’de (Pazartesi Manzaraları) boşanmanın eşiğindeki bir çifti izliyoruz. Eve takılması gereken pencerelerin bir türlü gelmemesini, tadilata giren evin bir türlü tadilatının bitmemesini bu bitmek üzere olan evliliğe paralel olarak izliyoruz. İki durumda da işler yolunda gitmiyor. Taşlar bir türlü yerli yerine oturmuyor. Sonunda da kadın karakterimiz bir anlamda evi terk ediyor. Önce kardeşini ziyaret eden kadın karakter (Nina), daha sonra bisikletine binip kasabayı, şehri dolaşıyor. Son olarak da bir otele yerleşiyor. Burada şişman bir Rus mu nedir belli olmayan bir adamla da mutsuz bir gün geçirip yine kardeşinin evine dönüyor vs. vs.

Bir de Lourdes adlı filmiyle Jessica Hausner var. Ama ona hiç girmek istemiyoruz.

Evet, manzara üç aşağı beş yukarı böyle. Dediğimiz gibi hep mutsuz, hep tatminsiz, hep Tezer Özlü külliyatı yutmuş gibi dolanan karakterler. Hani gerçekten karakterlerin durumuna bir yaklaşabilsek. Hadi yaklaşmayalım, mutsuzluklarını anlayabilsek. Hadi onu da anlamayalım durumlarından gerçekten kayda değer bir sonuç çıkarabilsek yine “tamam” diyeceğiz ama yok, olmuyor işte. Tuvalet kapısı yorganla kapatılmış, musluğu bozuk, okulu neredeyse uzatılmış, neden bu kadar pahalı olduğunu anlayamadığı su faturalarıyla cebelleşen bizim gibi adamlar da “e biz ne bok yiyelim? Ölelim o zaman anasını satayım. Ağaçlara bakıp isyan edelim” deyiveriyor.

Ve insan bu düşüncelerin arasında bir kere daha Fassbinder diyor. Bütün bir Alman tarihi, toplumun karmaşasını, ruh sağlığını tek bir bireyde toplayabilmek ve bunu çok basitmiş gibi yapabilmek Fassbinder’e özel bir şey. Bunu belirli bir düzen ya da şablon içinde yapmadığı için de taklit edilmesi kolay değil. Her an incinmeye müsait, kırılgan karakterler “durumlar”ın da kırılganlığını imler. Bütün bunları bir “gösteren” olmadan göstermek Fassbinder’e münhasırdı. Ama bizim izlediğimiz bu yeni Alman filmlerinde yönetmenler göstere göstere göstermeye çok meraklıydılar. Ve gösterenin kendileri olduğunu belirtmek için de ellerinden geleni yaptılar. Biz de bunun üzerine açıp Antonioni izledik. Asıl onu yazmak lazım da… Neyse var daha.

Burger King’de ballı hardalı reddedenler adına sizi kucaklıyoruz desenli halılar üzerinde yürüyen okuyucu. “

Fassbinder’le kalın.

Bababeni O. ve Uğur E.

Hiç yorum yok: