Geçtiğimiz günlerde
cumhuriyetimizin daimi bekçisi, Kemalizm’in yıkılmaz kalesi, güzel İzmir’imizde
bir film festivali yapıldı: 12. Uluslararası İzmir Film Festivali. Bu vesile
ile de sinemayla ilgili olan hemen hemen her mecranın yaptığı gibi biz de bir “festival
günlüğü” oluşturalım, festivaldeki muhteşem ve olağanüstü deneyimlerimizi
paylaşalım, iki film arasında elimizdeki kaşarlı tostlarla nasıl bir sinemadan
diğer sinemaya koştuğumuzu anlatalım ve böylece ilimizdeki bu güzelliklere
duyarsız kalmamış olalım, diye düşündüm. Sonra da bunun saçmalığını fark ettim
ve anında bu fikirden vazgeçtim. -Ki merak edenler olur diye söylüyorum,
yapmadık da zaten öyle şeyler. Tüm emekli ve İzmirli sanatseverler gibi biz de
efendi efendi oturup üç beş film izledik. Çıkışta da bazen Rükneddin’in evine
gidip kahve, ıhlamur gibi şeyler içtik, bazen de yemekhaneye… Neyse ya.
Boşverelim.-
Bilirsiniz, dergilerine/sitelerine
yazacak bir şeyler bulma sıkıntısı yaşadıkları için, “festivalde kaçırılmaması
gereken 5 film”, “festivalde ödül alan filmler”, “festival günlüğü”,
“festivalin ardından bir festival değerlendirmesi”, vs. gibi süper yaratıcı
yazılarla; festivallerden bol bol ekmek yiyen bir kitle var. Bunları gördükçe nedense
bir buçuk porsiyon iskendere olan inancım sarsılıyor. Bu sinemacı
abilerimizin/ablalarımızın kahvaltılık mısır gevreklerine sıcak süt döküp
kaçasım geliyor. Yüzlerce A4’e “Yetmedi mi artık bu kolaycılık, daha nereye
kadar böyle usta” yazıp kapılarının altından atmak istiyorum.
Ama, tamam hadi bunları yaptık
diyelim. O sütleri döktük. O kilitli kapıları açtık. Bir de biz bu kitleyi, bir
oyuncu bir yönetmen öldüğünde hemen dergilerine/sitelerine “geçen gün
kaybettiğimiz sinemanın büyük oyuncusu/yönetmeni x’in en iyi 16 filmi” gibi
yazılar kaleme alırken de görüyoruz yani. O zaman ne yapalım ha? Buna ne
yapalım yahu? Daha ne kadar A4ler dolusu.
Artık iki değişik bir şeyle
gelsinler bu arkadaşlar diyoruz, ama yok. Her sene aynılar. İşte biz, bu kitle
yüzünden artık festivallerden korkuyoruz, festival süresince geceleri tek
başımıza sokağa çıkamıyoruz.
Neyse, geçiyorum buraları da.
Yalnız Sokurov’un Faust’u
iyi filmdi ha. Çıkışında bana montumu yeniden giydirebilecek kadar iyiydi
(İzmir’deki festivalden bir film bu).
Yazının devamı: Au revoir Taipei
(2010) - Elveda Taipei’yi okumak için dört satır aşağıdan
Yazının devamı: Copacabana
(2010)’yı okumak için dört satır aşağıdan daha fazlası
a) Bunların hepsini bir tarafa
bırakıp Au revoir Taipei (2010) (Yok, çok şükür İzmir’deki festivalden
değil bu).
Paris’teki sevgilisinin yanına
gitmek için “karanlık” bir adamdan para alan bir genç, kendini çok klişe bir
şekilde, bir çetenin ortasında bulur ve maceradan maceraya koşar. Evet, böyle. Üzülerek
belirtiyorum ki: Bir “Yıl olmuş ikibin bilmemkaç, siz hala böyle şeyler. Yazık,
çok yazık.” vakası daha.
Yeni bir şey söylemeyen -bırak
yeni bir şeyi, hiçbir şey demeyen-, sadece tür klişelerine tutunan ve ayrıca oturmayan
temposu ve sentetik duran yapısı ile klişe üstüne klişe yığan filmimiz,
neresinden tutsak elimizde kalacak cinsten. Bir de bir mizahı var ki, Rükneddin
olsa lavabosunu dişlerdi, ben sadece dün akşamdan bu yana ayran kokan, halıma
sarılabiliyorum. Artık kimse aptal çete üyesi imajı üzerinden komiklik yapmaya çalışmasın
bir zahmet. Ve daha filmin en başından, sonunda neler olacağı belli olan, bir
şekilde tüm kodları verili olan bu tip filmleri niye
b) Bunların hepsini bir tarafa
bırakıp Copacabana (2010) (Yok, çok şükür İzmir’deki festivalden değil
bu).
Isabelle Huppert’ı bilinçli
olarak ilk izleyişim bundan 6 sene önce gerçekleşmişti. Kendisi, Hal Hartley’in
enfes filmi Amateur (1994)- Amatör’deki oyunculuğuyla beni benden
almıştı. Sonra da Huppert sevgimin devamı geldi zaten: La pianiste (2001) -
Piyanist, 8 femmes (2001) – 8 Kadın, Le temps du loup (2003) - Kurdun Günü,…
Kadrosunda olduğu her filmi
bambaşka bir yöne taşıyabilen, bu hem güzel hem de Fransız ablamız, zamanla
benim bir filmi izleme kriterim haline bile dönüştü. İşte Copacabana’yı
da bu yüzden.
Kabul edilmiş annelik normlarına
uymayıp içinden geldiği gibi davrandığı ve canının istediği şekilde yaşadığı
için kızıyla problemler yaşayan bir kadın (Huppert), kızının kendisinin
davranışlarından utandığı için düğününe bile gelmemesini istemesi üzerine,
başka bir şehre gidip çalışmaya ve “düzenli” bir hayat kurmaya karar verir.
Şimdi varsayalım ki, Copacabana’da
Isabelle Huppert yerine bir başkası yer alıyor. Ve yine varsayalım ki, Fransa’da
evinin oturma odasında bu filmi az önce izlemiş olan 26 yaşlarında bir insan
var. O insan, aslında daha önce defalarca izlediğimiz sorunlu anne-çocuk
ilişkisinin laciverdi olan bu filmin her bir sahnesini yazıyla ifade etmeye
kalksa, filmi görmeye bile gerek kalmadan, onun bütününü kafamızda çok rahat bir
biçimde kurabilirdik. Hem de şimdiki haline çok yakın bir şekilde.
Copacabana, “anlatılabilir”
olmaktan çıkan ve artık var olduğu “imaj” biçimi dışındaki bir biçime dönüştürülmesi
mümkün olmayan, bir nevi “aktarılamayan” bir film, olmaktan çok ama çok uzak
duruyor. Ana-akım sinema kulvarı içerisinde de kendisine has bir ray döşemek
yerine, sinema tarihindeki türdeşlerini kötü bir şekilde taklit etmekten öteye geçemiyor. Huppert’ın
oyunculuğu dışındaki her şey, ne yazık ki daha önce defalarca maruz kaldığımız
şekilde işliyor. Klişe tekrar tekrar üretiliyor.
Böylelikle, “olgunluk” anlayışının
sadece belirlenmiş/kabul edilmiş bir “düzenliliği” imlemesinden muzdarip olan
bir karakterin çeşitli biçimlerini canlandıran Huppert’ın şahane oyunculuğu gecenin
ve benim tek galibimiz olmuş oluyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder