9 Mayıs 2012 Çarşamba

O Yıllarda Festival Öğlelerinde Aradığımız Tek Şey Bosna Hersek'ten Gelmiş Uzun Saçlı Bir Yönetmen Olurdu


Geçtiğimiz günlerde cumhuriyetimizin daimi bekçisi, Kemalizm’in yıkılmaz kalesi, güzel İzmir’imizde bir film festivali yapıldı: 12. Uluslararası İzmir Film Festivali. Bu vesile ile de sinemayla ilgili olan hemen hemen her mecranın yaptığı gibi biz de bir “festival günlüğü” oluşturalım, festivaldeki muhteşem ve olağanüstü deneyimlerimizi paylaşalım, iki film arasında elimizdeki kaşarlı tostlarla nasıl bir sinemadan diğer sinemaya koştuğumuzu anlatalım ve böylece ilimizdeki bu güzelliklere duyarsız kalmamış olalım, diye düşündüm. Sonra da bunun saçmalığını fark ettim ve anında bu fikirden vazgeçtim. -Ki merak edenler olur diye söylüyorum, yapmadık da zaten öyle şeyler. Tüm emekli ve İzmirli sanatseverler gibi biz de efendi efendi oturup üç beş film izledik. Çıkışta da bazen Rükneddin’in evine gidip kahve, ıhlamur gibi şeyler içtik, bazen de yemekhaneye… Neyse ya. Boşverelim.-



Bilirsiniz, dergilerine/sitelerine yazacak bir şeyler bulma sıkıntısı yaşadıkları için, “festivalde kaçırılmaması gereken 5 film”, “festivalde ödül alan filmler”, “festival günlüğü”, “festivalin ardından bir festival değerlendirmesi”, vs. gibi süper yaratıcı yazılarla; festivallerden bol bol ekmek yiyen bir kitle var. Bunları gördükçe nedense bir buçuk porsiyon iskendere olan inancım sarsılıyor. Bu sinemacı abilerimizin/ablalarımızın kahvaltılık mısır gevreklerine sıcak süt döküp kaçasım geliyor. Yüzlerce A4’e “Yetmedi mi artık bu kolaycılık, daha nereye kadar böyle usta” yazıp kapılarının altından atmak istiyorum.


Ama, tamam hadi bunları yaptık diyelim. O sütleri döktük. O kilitli kapıları açtık. Bir de biz bu kitleyi, bir oyuncu bir yönetmen öldüğünde hemen dergilerine/sitelerine “geçen gün kaybettiğimiz sinemanın büyük oyuncusu/yönetmeni x’in en iyi 16 filmi” gibi yazılar kaleme alırken de görüyoruz yani. O zaman ne yapalım ha? Buna ne yapalım yahu? Daha ne kadar A4ler dolusu.


Artık iki değişik bir şeyle gelsinler bu arkadaşlar diyoruz, ama yok. Her sene aynılar. İşte biz, bu kitle yüzünden artık festivallerden korkuyoruz, festival süresince geceleri tek başımıza sokağa çıkamıyoruz.


Neyse, geçiyorum buraları da.



Yalnız Sokurov’un Faust’u iyi filmdi ha. Çıkışında bana montumu yeniden giydirebilecek kadar iyiydi (İzmir’deki festivalden bir film bu).


Yazının devamı: Au revoir Taipei (2010) - Elveda Taipei’yi okumak için dört satır aşağıdan
Yazının devamı: Copacabana (2010)’yı okumak için dört satır aşağıdan daha fazlası


a) Bunların hepsini bir tarafa bırakıp Au revoir Taipei (2010) (Yok, çok şükür İzmir’deki festivalden değil bu).



Paris’teki sevgilisinin yanına gitmek için “karanlık” bir adamdan para alan bir genç, kendini çok klişe bir şekilde, bir çetenin ortasında bulur ve maceradan maceraya koşar. Evet, böyle. Üzülerek belirtiyorum ki: Bir “Yıl olmuş ikibin bilmemkaç, siz hala böyle şeyler. Yazık, çok yazık.” vakası daha.


Yeni bir şey söylemeyen -bırak yeni bir şeyi, hiçbir şey demeyen-, sadece tür klişelerine tutunan ve ayrıca oturmayan temposu ve sentetik duran yapısı ile klişe üstüne klişe yığan filmimiz, neresinden tutsak elimizde kalacak cinsten. Bir de bir mizahı var ki, Rükneddin olsa lavabosunu dişlerdi, ben sadece dün akşamdan bu yana ayran kokan, halıma sarılabiliyorum. Artık kimse aptal çete üyesi imajı üzerinden komiklik yapmaya çalışmasın bir zahmet. Ve daha filmin en başından, sonunda neler olacağı belli olan, bir şekilde tüm kodları verili olan bu tip filmleri niye   


b) Bunların hepsini bir tarafa bırakıp Copacabana (2010) (Yok, çok şükür İzmir’deki festivalden değil bu).



Isabelle Huppert’ı bilinçli olarak ilk izleyişim bundan 6 sene önce gerçekleşmişti. Kendisi, Hal Hartley’in enfes filmi Amateur (1994)- Amatör’deki oyunculuğuyla beni benden almıştı. Sonra da Huppert sevgimin devamı geldi zaten: La pianiste (2001) - Piyanist, 8 femmes (2001) – 8 Kadın, Le temps du loup (2003) - Kurdun Günü,…


Kadrosunda olduğu her filmi bambaşka bir yöne taşıyabilen, bu hem güzel hem de Fransız ablamız, zamanla benim bir filmi izleme kriterim haline bile dönüştü. İşte Copacabana’yı da bu yüzden.


Kabul edilmiş annelik normlarına uymayıp içinden geldiği gibi davrandığı ve canının istediği şekilde yaşadığı için kızıyla problemler yaşayan bir kadın (Huppert), kızının kendisinin davranışlarından utandığı için düğününe bile gelmemesini istemesi üzerine, başka bir şehre gidip çalışmaya ve “düzenli” bir hayat kurmaya karar verir.


Şimdi varsayalım ki, Copacabana’da Isabelle Huppert yerine bir başkası yer alıyor. Ve yine varsayalım ki, Fransa’da evinin oturma odasında bu filmi az önce izlemiş olan 26 yaşlarında bir insan var. O insan, aslında daha önce defalarca izlediğimiz sorunlu anne-çocuk ilişkisinin laciverdi olan bu filmin her bir sahnesini yazıyla ifade etmeye kalksa, filmi görmeye bile gerek kalmadan, onun bütününü kafamızda çok rahat bir biçimde kurabilirdik. Hem de şimdiki haline çok yakın bir şekilde.



Copacabana, “anlatılabilir” olmaktan çıkan ve artık var olduğu “imaj” biçimi dışındaki bir biçime dönüştürülmesi mümkün olmayan, bir nevi “aktarılamayan” bir film, olmaktan çok ama çok uzak duruyor. Ana-akım sinema kulvarı içerisinde de kendisine has bir ray döşemek yerine, sinema tarihindeki türdeşlerini kötü bir şekilde taklit etmekten öteye geçemiyor. Huppert’ın oyunculuğu dışındaki her şey, ne yazık ki daha önce defalarca maruz kaldığımız şekilde işliyor. Klişe tekrar tekrar üretiliyor.


Böylelikle, “olgunluk” anlayışının sadece belirlenmiş/kabul edilmiş bir “düzenliliği” imlemesinden muzdarip olan bir karakterin çeşitli biçimlerini canlandıran Huppert’ın şahane oyunculuğu gecenin ve benim tek galibimiz olmuş oluyor.



Hiç yorum yok: